Bey'at
Bey'at
Kabul etmek, razı olmak ve tasdik etmek
anlamında kullanılan bir ıstılah. Bey'at "Bir mükellefin,
ehil olan bir cemaat (Ehlu'l-hall ve'l-akd) tarafından tesbit edilen
Halîfe'ye (İmam'a, Ulû'l-emr'e) itaat edeceğine ve sadık
kalacağına dair söz vermesidir." Bu bir anlamda
mükellefin İslamî olan (meşrû) her emirde hoşuna gitse
de, gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir
sadakat yeminidir. Zira Resul-u Ekrem (s.a.s.)'in: "Müslümanlar
gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her
hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler.
Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler" (Buharî,
Ahkam, 4) buyurduğu bilinmektedir. Yine diğer bir hadîs-i
şerif'te: "Allahu Teala'ya isyan olan yer ve konuda mahlûka
itaat yoktur. İtaat ancak ma'ruftadır" (Müslim, İmare,
39; Ebû Davûd, Cihad, 87; Nesaî, Bey'at, 34; İbn Mace, Cihad,
40) buyurulmuştur. Dolayısıyla bey'at sonucunda ortaya çıkan
itaat İslamî hükümlerle sınırlıdır. Allahû
Teala (c.c.)'nın indirdiği hükümlerin hakkı ile eda
edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi için,
bey'at zaruridir. İslam ûleması "bey'at ile ilgili
ilimlerin, mükellef olan her erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn
olduğu" hususunda müttefiktir. Nitekim İbn Hümam: "Mü'minlerin
kendi içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, İslamî
emirleri hakkı ile eda etmek içindir" (İbn Hûmam,
Kitabu'l-Musayere, İstanbul 1979, s. 265) diyerek, meselenin
hassasiyetine işaret eder.
Dolayısıyla bey'at, müslüman kadın ve
erkeğin, müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu,
Kur'an'da belirtilip sünnet ile açıklanarak
uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları
sözleşmedir.
Bey'at, cemaatın selameti ve muhafazası, hudûdullah'ın
tatbiki için müminlerin kendilerine bir emir tayini ile bu emire itaat
etmek üzere ahidleşmeleridir.
Hududullah'ın tatbiki, mutlaka organize
edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu
gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal
olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû
hududlar içinde bey'at etmeleri şart olmaktadır.
Kur'an merkezî bir itaatı gündeme getirmiştir.
Toplumun selameti; emrine itaat edilen bir imamın
varlığı ile mümkündür. Herkes o imamın işareti
ile hareket eder.
İmama itaat edilmesi için; onun kendisine itaat
edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi, cesur ve dirayetli
olması, hür olması, kendisine bey'at edenler arasında bir
ayırım yapmadan onlardan herhangi birine bir zarar geldiği
zaman bunun bütün topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu
görüşünde bulunması, düşmanın her türlü hile ve
metodunu anlayacak kapasitede olması ve tağûtî metotlardan
uzak olarak işlerini şûra ile yapması gerekmektedir.
Kendisine bey'at edilen, müminlerden bey'at alırken
bu göreve ehil olup olmadığını düşünmeli,
Kur'an ve sünnete bağlı kalıp
kalamayacağını, Raşid halifelerin yollarını
takip edip edemeyeceğini düşünmelidir. Eğer İslamî
hükümler ve selef-i salihini izleyebileceğini düşünebiliyorsa
bey'at almalıdır. Çünkü bey'at alması, inananların
düşmandan kaçmayacaklarına, kendisini destekleyeceklerine,
hakkın ikamesine çalışacaklarına, yalan söylemeyeceklerine,
zalimlerden intikam alacaklarına kısaca hududullahı
muhafaza edeceklerine dair söz ve and vermeleriyle yapılmaktadır.
Onların bu andını kabul ettikten sonra bu prensipler
dahilinde musafahalaşırlar.
Bey'at; kitap, sünnet ve sahabe-i kiram'ın
icmaı ile sabit olan salih bir ameldir. Kur'an-ı Kerîm'de,
Resul-u Ekrem (s.a.s.)'e hitaben: "Sana bey'at edenler, ancak
Allah'a bey'at etmiş olur. Allah'ın eşi onların (Bey'at
edenlerin elleri üstündedir. Şu halde kim (bu bey'at
bağını, ahdini) çözerse, kendi aleyhine çözmüş
olur. Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa ederse (Allah)
ona büyük bir ecir verecektir" (el-Feth, 48/10) hükmû beyan
buyurulmuştur. Bey'at, insanların birbirleriyle olan
ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslam'ın
hükümlerine razı olduklarını ihlasla ortaya koyan bir
akiddir. Bilindiği gibi müminlerin kendi aralarından seçtikleri
bir Ulû'l-emr'e (siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat'î nasslarla farz
kılınmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerîm' de:
" Ey iman edenler!.. Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve
sizden olan emir sahiplerine (Ulû'l-emr'e) de (itaat edin).. " (en-Nisa,
4/59) emri verilmiştir. İslam'ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek
ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek vasıftaki
insanın tesbiti önemli bir hadisedir. Bu sebeple fukaha bey'at
edilecek kimsede aranan vasıflar hususunda titizlik göstermiştir.
Şurası muhakkak ki, halîfe (ulû'l-emr), müminlerin irade
beyanı ve rızaları sonucu ortaya çıkabilir.
Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey'at
geçerli değildir. Zira Hz. Ömer (r.a.): "Bir kimse
müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan olmak,
isterse de başkasını başkanlığa geçirmeğe
kalkışırsa (vazgeçmediği tadirde) onu
öldürmelisiniz"demiştir (Muhammed Ravvas Ka'l-aci, Mevsûatu fıkh
Ömer b. el-Hattab, 1401/1981, 103). Öldürülmeye müstehak olan
tiplerin "meşru bir ûlû'lemr" olarak değerlendirilebilmesi
imkansızdır. Fûkaha'dan bazıları "Zarûret"
halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat
İslamî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini
zikretmişlerdir. Nitekim İbn Abidin "Reddü'l Muhtar"
da: "Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı
sahihtir" demektedir. Ancak İmam'da bulunması gereken
vasıflar kendisinde mevcut olmalıdır. Hilafete tayinde asıl
olan, müminlerin seçmesidir. İmamlık akdi ya halîfenin kendi
yerine birini seçmesiyle olur -nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.) böyle yapmıştır-
yahut ûlemadan ve söz sahiplerinden bir cemaatin bey'atiyle olur.
İmam Eş'arî'ye göre şahitler huzurunda olmak
şartı ile söz sahiplerinden meşhur bir alimin bey'atı
yeterlidir. Şahidler huzurunda olması, şayet inkar vaki
olursa, onu defetmek içindir. Mûtezile ise, beş kişinin
bey'atını, hanefilerden bazıları da, bir cemaatın
bey'atını şart koşmuş, belli bir sayıya
itibar etmemişlerdir. Zarûretten maksad fitneyi önlemektir. Bir de
Peygamber (s.a.s.): "Size burnu kesik Habeşli bir köle bile
hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin!.. " buyurmuştur. (Buharî,
Ahkam, 4) diyerek konunun mahiyetini izah eder. İleriyi görebilen
İslam alimleri, "Zarûret" mefhumunun sınırlarının
bir hayli nazik olduğunu bilir. Zalimlerin, fasıkların,
delilerin ve çocukların halîfeliğine; "fitne çıkmasın"
gerekçesiyle razı olmanın faturasını ümmet çok ağır
ödemiştir. İslam topraklarındaki tağutî iktidarların
oluşmasında, farz olan "emaneti ehline verme" fiilinin
terkedilmesinin büyük payı vardır. Resul-u Ekrem (s.a.s.)'in:
"İş, ehil olmayanın eline geçti mi,
kıyameti gözetleyiniz" (Buharî, İlim, 2) mealindeki
tesbiti üzerinde iyi düşünülmelidir. Kaldı ki sadece müminlerin
emirinin (Halife'nin) muttakî olması kafi değildir. Bu muttakî
olan halîfe'nin her sahada, müminlerin en ehliyetli olanına görev
vermesi zarûrîdir. Nitekim bir hadîs-i şerifte:
"İdaresi altında bulunan müslümanlardan
daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife
veren hakikaten Allah'a, O'nun Resulüne ve İslam milletine ihanet (hainlik)
etmiş olur" (İbn Humam, Fethü'l-Kadîr, V, 457) hükmü
beyan buyurulmuştur. Bey'at ile ilgili ilimler mükellef olan her
mümin erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn'dır.
Günümüzde "bir kimseye, bey'atın farz
olabilmesi için İslamî bir yönetimin (devletin) bulunması
şarttır" tezini ileri süren anlayışlar
vardır. Halbuki Resul-u Ekrem (s.a.s.) ile müminlerin yaptığı
ilk bey'at, Akabe'de gerçekleşmiştir. Bu tevatür
derecesindeki haber bütün sahîh kaynaklarda mevcuttur. Aksini iddia
eden hiç kimsenin varlığından söz edilemez. Bu bey'at'ın
Mekke tebliğ döneminin sonlarına rastladığı da
bilinmektedir. Mekke dönemi*yle ilgili olarak İmam Serahsî: "O
dönemde Mekke İslam ahkamının tatbik
olunmadığı bir darû'ş-şirkti" (İmam
Serahsî, el-Mebsüt, XIV, 57) tesbitini gündeme getirmektedir. İbn
Abbas (r.a.)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf'te, Medine'nin
de aynı dönemde "darû'ş-şirk" özelliği
taşıdığı kaydedilmektedir. (Nesaî, el-Bey'a,
13). Dolayısıyla ilk bey'atın gerçekleştiği dönemde,
İslamî bir devlet mevcut değildi. O şartlar altında,
Resul-u Ekrem (s.a.s.)'in bey'at alması, müminlerin her halûkarda,
kendi içlerinden bir emir seçmelerinin zaruretini ortaya koymaktadır.
Günümüzde emperyalist kafirlerin istilası altında
yaşayan milyonlarca müslüman vardır. Bu müslümanlardan bazıları
kendi içlerinden bir cihat emirine bey'at ederek istilayı ortadan
kaldırma hususunda gayret sarfederken, bazıları kafirlerin
kültürlerine boyun eğmiş ve tağûtî iktidarları
kabullenerek zilleti seçmiştir. Halbuki müminlerin kime ve hangi
şartlarda itaat edecekleri kat'i naslarla sabittir. Kafirlerin
kültürlerine boyun eğerek ve tağûtî iktidarları
kabullenerek yaşamayı esas alanların, "Cahiliye
ölümüyle ölmeleri" kaçınılmalıdır.
Resul-uEkrem (s.a.s.)'in:
"Her kim ûlû'l-emr'e itaatten bir karış
kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda,
lehinde hiç bir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Her
kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye
ölümüyle ölür" (Buharî, Ahkam, 4; Müslim, el-İmare,
58,1851) buyurduğu sabittir. Müminler için iki yol vardır:
Eğer meşrû bir ûlû'l-emr mevcut ise, O'na bey'at etmeleri ve
meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli olmaları esastır.
Yok eğer tağûtî bir yönetimin istilası altında
iseler; kendi içlerinden bir ûlû'l-emr seçmek ve istilayı
ortadan kaldırmak için, dilleriyle, mallarıyla ve
canlarıyla cihat etmek zorundadırlar.
Yusuf KERİMOĞLU
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.