Fena Fıllah
Fena fıllah
Allah'ta yok olma anlamında tasavvûfi bir tabir.
Fena; yok olma, varlığın sona ermesi manalarına gelir.
Tasavvufta fena, Allah'ın zatî hariç onun bütün sıfatları
ile muttasıf olmak anlamına gelir. Kul, kulların sıfat
ve fiillerini terkettikçe Allah'ın sıfatlarıyla yani
Allah'ın görme, işitme vs. gibi sıfatlarıyla
muttasıf olur. Kul Allah'a yönelip ona teslim olunca "Ben onun
gözü ve kulağı olurum..." hadis-i şerifinde
belirtildiği gibi olaylara Allah'ın nazarı ile bakmaya
başlar.
Ayrıca fena; kötü huy ve özelliklerin
terkedilip güzel olan sıfat ve özelliklere sahip olmak demektir (Tehanevî,
Keşşafu Istılahati'l-Funûn, İstanbul 1984, I,
1157).
Tasavvufî anlayışta kullanılan Fena
fillah ve karşıtı olan Beka billah kavramları ilk
devre sûfilerinde görülmemektedir. Bunların ilk defa Ebû Said
Harraz (297/910) tarafından kullanıldıkları kabul
edilir. Ebu Saîd Harraz'a göre "Fena fillah; kulun kulluğunu
görmekten fanı olması, beka billah ise; kulun Allah'ın
huzurunda baki ve var olmasıdır."
Fena ve beka diye kısaltılarak
kullanılan bu terimlere mutasavvıflar çeşitli yorumlar
getirmişlerdir. "Kötü huy ve davranışlardan fanı,
ilimle bakî olmak; gafletten fanı, zikirle bakî olmaktır"
gibi tarifler çok yaygındır.
Fena'yı mahv, beka'yı da isbat ile
yakından alakalı görmek mümkündür. Bunlar, Kur'an-ı
Kerîm'de: "Yeryüzünde bulunan her canlı yok (fanı)
olacak. Ancak, azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatî bakî kalacaktır"
(er-Rahman, 55/26-27).
Fena, manevî bir haldir. Sürekli olup olmadığı
tartışılmış ve sûfilerce genel olarak geçici
olduğu kabul edilmiştir. Bu hal, bir manevî sarhoşluk ve
kendinden geçme hali olduğundan; sekr, gaybet ve cem'i ile
benzerlikler göstermekte olup, bunların en üst derecesi olduğu
kabul edilmektedir.
Fena, tevhîd'in başlangıcı, seyrü
sulûkun geçilme yeri ve tasavvûfî terbiyedeki yolculuktur. Ebu Yakub
Nehrecorı (330/941) "Fena; kulun, varlığını
görmekten geçmesidir" der. Bu tarifin Muhyiddin b. el-Arabı
(638/1240) ile Seyyid Şerif Cürcanî (816/1413) tarafından
benimsendiği görülmektedir. Hatta İbnü'l-Arabî, fena
halinin Cibril hadisinde geçen "İhsan; Allah'ı görüyormuşçasına
ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de, O, seni görür" kısmına
uygunluğunu ileri sürer.
Cürcanî, riyazet ve mücahededen sonraki fenanın,
istiğrakta yaşanan fenadan farklı olduğunu savunur
(Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985,
s.161-165).
Fena hali, beşerî sıfat ve özelliklerden
sıyrılarak ilahi vasıf ve özelliklere kavuşma
olduğundan bu halde "Vasıfta birlik" gözetilmiş
olup, zatî birlik iddia edilmemektedir (Tehanevî, a.g.e., II, 1158).
Cüneyd Bağdadı (297/910) Fena'yı üç
kademede değerlendirir:
1) Amel ve ibadetleri yerine getirmek için gayret
etmek, nefse karşı çıkmak suretiyle kötü sıfatlardan
fanı olmak.
2) Tamamen Allah'a yönelerek, ibadetlerden zevk alma
duygusundan da fani olmak,
3) Nihayet, Allah'ı müşahede etmenin farkına
varmaktan da fani olmak...
Fena hali, beka halinin varlığıyla
sona erer. Buna Fenaü'l-Fena denir.
Cüneyd-i Bağdadî'ye göre fena fillah; "Allah'ın
kulunu kendinde yok etmesidir." Fena, Allah'ın sevdiği
kulunda gösterdiği bir haldir, çalışmayla elde edilmez (el-Kelabazî,
et-Taarruf, s.128).
Fena fillah makamları, üç sarhoşluk (manevî)
mertebelerini kapsar. Bunlar, Tevhîd-i Ef'al, Tevhîd-i Sıfat ve
Tevhîd-i Zat'tır. Salik, bu mertebelerde kendi mevhum fiil, sıfat
ve zatından ayrılır. Tasavvuftaki bu anlayışa göre
insanın fiilleri ve sıfatlan Allah'ın fiil ve
sıfatlarıyla birleşir yani Tevhîd-i Ef'al ve Tevhîd-i Sıfat
olur. Son mertebede de Allah'ın zat-ı ile birleşir ki buna
da "Tevhîd-i Zat" denir. Bu mertebelere seyr-i sulûk adı
verilir. Bu da fena fillah yani Allah'ta yok olma anlamında
kullanılmaktadır. Şayet kulun Allah'ın fiil ve
sıfatlarını ideal kabul edip onlara benzemeye çalışıyorsa
yani kulun Allah'ın ahlakıyla ahlaklanması anlamında
kullanılıyorsa bu İslam akidesine aykırı bir
durum arz etmez. Ancak kul bu mertebede ilahı sıfatlarla
muttasıf, Allah'ın sahip olduğu özelliklere sahip olur
anlamı kastediliyorsa bu kesinlikle İslamî akide ile uyuşmaz.
Kişiyi sirke sürükler. Ayrıca "Tevhîd-i
Zat"tan kasıt salikin Allah'ın zatı
ile birleşmesi ve Allah ile salikin zatlarının bir ve
aynı olması, anlamında kullanılıyorsa bu
Budizm'deki Nirvana'nın bir başka ifadesi olup şirktir.
Zira İslam'da buna dair Kur'an ve sünnette bir delil yoktur. Bu
tabirlerin Hz. Peygamber, sahabe ve Tabiun devrinde kullanılmadığı
ve bilinmediği gayet açıktır.
Tehanevî, "Mecmaus-Sulûk" adlı
tasavvufi eserden yaptığı nakle göre fena; Allah'tan başka
hiçbir şeyi görmemek, kendini ve bütün eşyayı unutmak,
o zamanda her şeyi ona rabb olarak görünür. Artık ondan
başka hiçbir şey bilmez ve hiçbir şey görmez olur.
Böylelikle ondan başka hiçbir şeyin olmadığına
inanır, kendini de "o" sanır ve "Hak benim"
der. Varlık aleminde de Allah'tan başka hiçbir şeyin
olmadığına inanır (Tehanevî, a.g.e., II 1158).
Böyle bir durum mutasavvıflar, sofistlerin
eşyanın hakikatını inkar ettikleri gibi Cenab-ı
Allah'ın her eşyada teccelli ettiğini zannederler ki bu da
Allah'ın eşya ile ittihadı demek olup Allah'ın
vahdaniyet ve muhalefetun li'l-havadis sıfatlarına
aykırıdır.
Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.