Feyz-ı Ilahı
Feyz-ı ılahı
Bir şeyin taşıp akması, çoğalması.
Sufî terminolojisinde birincisi kozmoz (evren) ikincisi marifet
nazariyesi (Epistemoloji-Theorie de Connaissance) ile ilgili olarak iki değişik
anlamda kullanılır.
İslam Felsefesinde de bu terim, kozmozun meydana
gelişi ile ilgili bir kullanıma sahiptir. Ancak İslam
filozofları özellikle Farabı ve İbn Sina bu kelime yerine,
Batı dillerinde, daha aşağı olanın daha
yukarı olandan çıkmasını ifade eden "Emenation"
kelimesinin ifade ettiği manayı karşılayan "sudür"
kelimesini kullanırlar.
Sudur nazariyesine göre kainat, İlahı
Varlık'tan tedricî olarak genişleme ve yayılma (Extantion)
yoluyla meydana gelmiştir. Bu nazariyenin temeli büyük ölçüde
Platinos'un düşüncesine dayanır. Plotinos'a göre her şey
(kaniat) kendisine "varlık" sözünün bile bir sınırlama
getireceği; kuvve ve fiil halinin de üstünde olan, diğer bir
ifade ile varlık sözünün ifade ettiği manayı dahı
askın olan ilk ilke'den sudür etmiştir. O, ilk ilke'nin "tek"liği
üzerinde titizlikle durur. Her şeyin ilk İlke'den suduru (tasması
çıkması), her şey ancak O'nunla varolur anlamına
gelir. Plotinos'un ilk ilke'sine Farabı ve İbn Sina Zorunlu
Varlık (Vacibu'l-Vücûd) derler. Bu aynı zamanda düşünür
ilkedir. O'nun düşünmesi varlığın nedenidir. Zorunlu
varlığın kendi kendini düşünmesinden (akletmesinden)
ilk akıl meydana gelir ki, Sufiler buna Hakikat-ı Muhammedı
veya Nûr-ı Muhammedî derler. İlk Akıldan da, Zorunlu
Varlığı düşünmesi sonucu İkinci Akıl;
kendisinin Zorunlu Varlığa nazaran zorunlu oluşunu düşünmesinden
birinci göğün (felek) Nefsi; kendi özüne göre kendisinin
mümkün (olurlu) oluşunu düşünmesinden de birinci göğün
cismi meydana gelir. Bu tedrici oluş Faal Akıl ve Yer küresine
kadar devam eder (bk. İbn Sina, En-Nefsü'l-Beşeriyye, s.36,
Beyrut 1986; Farabî, es-Siyasetü'l-Medeniyye, s.48, Beyrut 1911;
İbn Sina, Necat, s.288, Beyrut, 1985; Abdurrahman Bedevî, Eflûtın
(Plotinos) İnde'l-Arab, s.134-39; Kuveyt 1977; İsmail Fennî,
lügatçe-i Felsefe, s.26-17, İst. 1341).
Gazzalî sudur nazariyesini, sünnı
kelamcıların yoktan yaratma düşüncesine ters düşdüğü
ve sudür sürecinin zorunlu olduğu gerekçesiyle; bu yüzden de
Allah'ın "Mürîd" oluşu ile çeliştiği için
eleştirir. Meşhur tehafütü'l-Felasife' adlı eserinde bu
konuyu genişçe ele alır. Hatta bu nazariyenin mantıkı
sonucunun Allah'ın her şeyi bildiği hakikatine ters düşeceğini
ileri süren Gazzalî, filozofları tekfiri neticesini çıkarmıştır.
Oysa İbn Rüşd Gazzalî'nin filozofları yanlış
anladığı kanaatindedir (İbn Rüşd, Faslu'l-Makal,
s.54-55, Leiden, 1959).
Böylece sudur nazariyesi, İslam filozoflarının
Tanrı-Kainat ilişkisini ortaya koydukları Kozmoloji öğretileri
ile ilgili bir anlayıştır (S. Hüseyin Nasr, İslam
Kozmoloji Öğretilerine Giriş, İstanbul 1985).
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Feyz veya
feyz-i ilahı kavramı Tasavvuf literatüründe iki anlama gelir:
Birinci anlamda, ilahı gerçeklerin Levh-i Mahfuzdan insan kalbine
nüzulü anlamında marifet nazariyesi ile ilgili kullanılır;
ikinci anlamda ise, sufi kozmoloji ile ilgili olarak kullanılır.
Sûfiler hicrî üçüncü ve dördüncü asırdan
itibaren, Kelamcılar ve filozoflardan farklı olarak, özel bir
bilgi nazariyesi geliştirmişlerdir ki, İkbal'in deyimiyle,
Kur'an'ın üç ilim kaynağından biri olarak belirttiği
batını tecrübe esasına dayanır (M.İkbal,
İslam'da dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, İstanbul
1964, s.I 1 3). Onlara göre insan, Levh-i Mahfuz'dan olan ilahı gerçekleri
vasıtasız olarak bilebilir. Nitekim insan için iki türlü
bilgi edinme söz konusudur. Birincisi tecrübe ve deney yoluyla (buna
nazarı-istidlalî bilgi de dahil) elde edilen bilgiyi içerir;
ikincisi, "Rabbanî Ruhanî bir latife" diye ifade edilen ve
insanî bir yeti olan "kalb" ile elde edilen bilgiyi ifade eder
ki, bu bilgi vasıtasız, doğrudan ve keşf
yoluyladır. Ancak burada kalb kelimesiyle ifade edilen şey Ruh,
Nefs-i Natıka veya Akıl da denilen ve herkeste bulunan bir
melekedir. Daha açık bir ifadeyle kalb, aklın değişik
fonksiyonlarından dolayı onun işleyişinin
farklarını ayırmak için kullanılan bir terimdir (bk.
Gazzali, İhya, III, 3 vd; Mişkat, 43-44; Taşköprülüzade,
Miftah, IIIIV, 319-320; Ragıb el-lsfahanı, ez-Zerı'a,
s.64 vd; Müfredat, ilgili maddeler).
Sûfî'ler birinci yolla elde edilen bilgiye "Husûlî";
ikinci yolla elde edilen bilgiye de "Huzûrı' bilgi de derler.
Batı Felsefesinde İntuition (hads)
kelimesiyle ifade edilen ve ilk kez Kant tarafından sistemli bir
tarzda ele alınan, daha sonraları özellikle Bergson tarafından
geliştirilen bilgi anlayışı da Sûfilerin düşüncesiyle
benzerlik arzeder.
Sûfilerin marifet anlayışlarına göre
insan, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi (nefsin arındırılması
ve kalbin parlatılıp cilalanması) neticesinde, bir
takım gerçeklere vakıf olur. Bu, ilahı gerçeklerin Levh-i
Mahfuzdan insan kalbine taşması (feyzi) yoluyla gerçekleşir.
Onlar bu ilme ilm-i mukayese de derler.
İkinci anlamında ise Feyz, sufi kozmolojinin
oluşumunu ifade eder: Buna göre Allah "gizli bir hazine"
iken bilinmeyi istemiş ve bu irade neticesinde evreni
varetmiştir. Bu varoluş süreci tedrici bir iniş (tenezzül)
sistemini ifade eder. Bu anlayışın ilk
sistemleştiricisi ise Muhyiddin el-A'rabı'dir. Ona göre varoluş
tenezzülat-ı seb'a dediği bir iniş sırası (mertebe)
takib eder. O'nun bu anlayışı Yeni-Eflatuncu sudur
nazariyesine bir çok yönden benzer. Şu farkla ki, Muhiddin el-A'rabî'nin
sitemin de ikinci mertebe de Hakikat-ı Muhammediyye bulunur ve son
mertebe de ise insan bulunur (bk A . Avni Konuk, Fususu'l-Hikem Tercüme
ve Şerhi, 1, 10 vd. İst. 1987; İsmail Fennî, Madiyyûn
Mezhebinin İzmihlali, s.259-262, İst. 1928).
Nihayet sufiler bu son anlamında feyzi ikiye
ayrılırlar:
1- Feyz-i Akdes: Allah'ın kendi zatına
tecellisi ile eşyanın arke tipleri olan sabit gerçeklerin (Ayanı
Sabite) İIm-i İlahı detaayyünü (belirmesi). Burada
tecellî zatı olduğundan ayanı sabite'nin dış dünyada
varoluşu söz konusu değildir. Bu itibarladır ki Sûfîler,
ayanı sabite varlığın kokusunu bile
almamıştır derler.
2- Feyzi Mukaddes: Allah'ın esma ve sıfatları
yönünden tecellisi neticesinde ilm-i ilahideki sabit gerçekler dış
dünyada varlık kazanırlar. Feyzi mukaddes Feyzi Akdes üzerine
müretteb olduğundan dolayıdır ki, bu öğretiye
bağlı sûfîler şeylerin özlerinin (ayn) yaratılmamış
olduklarını sadece Onlara dış dünyada eğreti bir
varlık bahşedildiğine inanırlar (bk. Cürcanı,
Ta'rifat, ilgili maddeler; Şeyhülislam M. Sabri Efendi, Mevgıfu'l-Beşer
Sahte Sultani'l-Kader, s.267 vd. Kahire 1356).
Seyfullah SEVİM
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.