Halku'l-kur'an
Halku'l-kur'an
Kur'an'ın yaratılmış olması
meselesi.
Halk sözlükte; Allah'ın mümkini yaratması,
aslı ve modeli olmadan ve bir alet kullanmadan var etmesi demektir.
Halku'l- Kur'an; Kur'an'ın yaratılmış olması
anlamında bir terkip olup, terim olarak, Kur'an-ı Kerîm'in
Cenab-ı Hakk'ın ezelî ilmine mi dayandığı,
yoksa sonradan mı yaratıldığı konusunda Hicrî 1.
asırda çıkan fikir cereyanını ifade eder. Konu
Allah'ın kelam sıfatıyla yakından ilgilidir.
Kur'an-ı Kerîm'in sonradan yaratılmış
(mahlûk) olup olmadığı konusundan ilk defa sözedenler
Mu'tezile alimlerinden Ca'd b. Dirhem (ö. 118/736) ile Cehm b. Safvan
(ö. 128/745)'dır. Daha sonra bu ikisine, Bişr el-Merîsî (ö.
218/833) de tabi olmuştur.
ed-Darimî (ö. 288/895)'nin er-Reddu ale'l-Cehmiyye
adlı eserinde nakledildiğine göre Ca'd b. Dirhem, Hz.
İbrahim'in "Allah'ın dostu" olduğunu ve yine
Allah'ın Hz. Musa'ya hitabettiğini inkar ettiği için, zındıklık
ve ilhad isnadiyle Kûfe valisi Halid b. Abdullah el-Kasî tarafından
öldürülmüştür. Cehm b. Safvan da Horasan emirlerine isyan ettiği
için katledilmiştir. Hafız Zehebî Bişr'den sözederken
"fakîh, mütekellim Bişru'l-merîsî 218 H. yılında
ölmüştür. Kur'an-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü
yaymakta idi. Bu senenin sonlarında göçtü. Kendisine hiçbir alim
katılmadı. Bazı imamlar küfrüne hükmetmişlerdir"
diyor (Zehebî, el-İber, Kuveyt, 1960, I, 73; İbn Nedim,
el-Fihrist, 337 vd; The Encyclopaedia of İslam Ez, "İbn
Dirham" mad.; Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül
Devri, Terc, Ethem Ruhî Fığlalı, Ankara 1981, s. 305; Ebû
Gudde, Halk-ı Kur'an Meselesi, Terc. Mücteba Uğur, A.Ü.İ.F.
Dergisi,1975, c. XX, s. 307 vd.)
Bişr'in babası Yahudi idi. Kendisi
boyacılık yapar, kaval imal ederdi. Kur'an-ı Kerîm'in
mahlûk olduğu görüşünü kuvvetlendirmek için yeni deliller
öne sürmüş ve yaymaya çalışmıştır.
Bişr, Harûn er-Reşîd zamanında (170-193/786-808)
yakalandı. Kelama ait görüşleri yüzünden eziyet gördü. (Zehebî,
Mîzanü'l-İ'tidal, Mısır 1963, I, 322).
Halku'l- Kur'an fitnesi kısmen Ebû Hanife
(70-150/689-767) zamanında ortaya çıkmıştır. Ebû
Hanife konuyu en ince ayrıntısına kadar açıklayarak
Kur'an-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü yayanları
cevaplandırmış ve onları bir süre susturmuştur.
Kevserî bu konuda şunları söyler: "Cehm b. Safvan'ın
öldürülmesinden sonra çok geçmedi. Kur'an-ı Kerîm'in mahlûk
olduğu görüşü iyice yayılmadan bir grup insan çıkmaza
girdi. Bir kısmı Cehm'i tutarken bir kısmı ona
karşı çıktı. Sonunda birçok kimse bu bid'atçının
asıl maksadını anlayamadaıi gerçekten uzaklaştı.
İfrat ve tefrîte düştü. Bir grup, Cenab-ı Hakk'ın
ezelî bir sıfatını nefyederek O'nun kendisine mahsus bir
kelamı olmadığı iddiasında Cehm'e
katılırken bir grup, telaffuz edilen sözün kadîm (ezelî)
olduğuna inanarak aksini ileri sürdü. Ebû Hanife durumu görünce
işi ciddiyetle ele aldı, konuyu açıklayarak şöyle
dedi: "Allah'a ait sıfatlar mahlûk değildir.
Yarattıklarına ait olanlar mahlûktur." Ebû Hanîfe'nin
bununla kasdettiği şudur: Kelam, Allah'a ait oluşu
itibariyle ezelîdir ve yalnızca O'na mahsus bir sıfattır.
Ancak Kur'an-ı Kerîm'i okuyanların dillerindeki ses,
ezberliyenlerin zihinlerindeki zihnî tasavvur, mushaflardaki yazı...
hepsi de mahlûktur. Onu ezberleyenlerin mahlûk oluşu gibi. Daha
sonra ehl-i sünnet alimlerinin görüşü bu noktada birleşmiştir."
(Kevserî, Te'nîbü'l-Hatîb, s. 53).
Ebû Hanife'ye göre, Kur'an-ı Kerîm mushaflarda
yazılı, kalplerde mahfûz ve lisanlarda okunan kelamdır.
Allah'ın kelam-ı nefsîsi olan Kur'an Allah kelamıdır,
yaratılmış değildir. Kelam-ı nefsî; içten konuşma,
sesin ve harflerin yardımıyla söylenen söz cinsinden olmayan,
fakat ses ve harflerle ifade edilen sözün belirtmek istediği
asıl mana demektir. Nitekim şair şöyle demiştir:
Asıl söz kalpde olandır, bil, Kalbe bir
kılavuz kılınmış dil, Kur'an-ı Kerîm'de
ifade edilen
"Onlar kendi nefislerinde derler..." (el-Mücadele,
58/8) ayeti de bu anlamdadır.
Emretmek, yasaklamak veya bir şeyden haber vermek
isteyen kimsenin iç aleminde önce buna dair bir mana oluşur;
sonra bu manayı söz, yazı veya işaretle ifade eder. bu, içimizdeki
duygu, düşünce ve kararı dışa vurma yoludur.
İmam Eş'arî'nın (ö. 324/936) tercihine
göre, var olan herşeyin görülmesi mümkün olduğu gibi
işitilmesi de mümkündür. el-Bakıllanî (ö. 403/1013) de
şöyle demiştir: "Allah'ın kelamı tabiî olarak
işitilemez, fakat tabiat üstü bir hadise olarak Cenab-ı Hak
kullarından istediği kimselere kelamım işittirebilir"
(Ziriklî, el-A'lam, V, 69, VI, 313). Bu bilginlere göre, Musa
aleyhisselam Allahu Teala'nın kelamını ses ve harf
aracılığı olmaksızın doğrudan
işitmiştir (bkz. en-Nisa, 4/164). Ebû İshak el-İsfereyanî
(ö. 414/1027) ile onun görüşünde olanlar Allah'ın kelamının
asla işitilemeyeceğini söylemişlerdir. Ehl-i sünnet'in
itikad imamlarından Ebû Mansur el-Matürîdî (ö. 333/944) de bu
görüşü tercih etmiştir. Buna göre, Cenab-ı Hak, "
... ta ki Allah'ın kelamını işitsin" (et-tevbe,
9/6) mealindeki ayet-i kerîmesiyle " .. ta ki Allah'ın kelamına
delalet eden şeyi işitsin" anlamını
kasdetmiştir. Bu bilginlere göre Musa (a.s.) Allah'ın kelamına
delalet eden bir ses işitmiştir, ancak arada kitap ve melek
aracılığı olmadığından Hz. Musa "Kelîmullah
= Allah'ın kendisiyle konuştuğu kimse" diye
anılmıştır. Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de Hz.
Musa'nın Allah'ın kelamım doğrudan
işittiğine dair bir açıklık yoktur. Ancak
Allah'ın ona söylediği, onunla konuştuğu vardır.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah Musa'ya konuşarak
söyledi" (en-Nisa, 4/164); "Rabbi ona söyledi" (el-A'raf,
7/143). Başka bir ayette Allah'ın kullarıyla
konuşmasının üç yolla olabileceğine işaret
edilmiştir. " Allah, bir insanla ancak vahiyle veya perde
arkasından konulur, yahut bir elçi gönderir de izniyle, ona dilediğini
vahyeder" (eş-Şûra, 42/51).
"Bu duruma göre, Kur'an-ı Kerîm Cenab-ı
Hakk'ın kelam sıfatının tecellisidir. O'nun
konuşma (kelam) sıfatı yukarıdaki ayetler yanında,
Hz. Peygamber'in tevatür derecesine ulaşan hadisleriyle sabittir.
(es-Sabûnî, el-Bidaye fî Usûli'd-Dîn, Dımaşk 1979, s. 34,
35).
Halku'l-Kur'an meselesi Abbasi Halifesi Me'mûn
(170-218/776-833) zamanına kadar gizli açık devam etmiş,
Me'mûn'un Mu'tezile'ye kapılarak Kur'an-ı Kerîm'in mahlûk
olduğu görüşünü benimsemesiyle yeni bir boyut kazanmıştır.
Bu halife, alimleri, kadıları, muhaddisleri, hadis ravîlerini
bu görüşe inanmaya davet etmiş, kabul etmeyenlere
karşı da zor kullanmıştır. Bu fitne Mu'tasım
(177-227/793-842) ve Vasık (ö. 232/846) devirlerinde devam ederek
Mütevekkil (206-247/822-861) devrinin başlarına kadar sürmüştür.
Me'mûn Rakka'da bulunduğu sırada
Bağdat'taki naibine yazdığı mektupta, alimlerin
halku'l-Kuran konusunda imtihana tabi tutulmasını
istemiştir. Devrin alimlerinin çoğu zorla olumlu cevap
vermiş, bir kısmı susmuştur. Olumsuz cevap veren
sayısız insan hapsedilmiş, işkence görmüş hatta
öldürülmüştür. Mesele zamanla devleti ve bütün müslümanları
ilgilendiren bir konu haline geldi. el-Vasık hilafete geçince Mısır
Kadısı Muhammed b. Ebî'l-Leys'e bir mektup yazarak herkesi
halku'l-Kur'an meselesinden imtihan etmesini emretti. Mısır'da
ne kadar fakih, muhaddis, müezzin, alim varsa sorguya çekildi. Zindanlar
Kur'an-ı Kerîm'in mahlûk olduğunu inkar edenlerle doldu. Bu
durum el-Mütevekkil'in halife olmasıyla sona erdi. Adı geçen
halife halku'l-Kur'an meselesini münakaşa konusu olmaktan çıkardı
ve herkesi düşüncesinde serbest bıraktı (Zehebî, el-İber,
I, 372; Ahmed Emîn, Duha'l-İslam, Kahira 1949, III,184; Muhammed
Ebû Zehra, İslam'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, terc. Abdülkadir
Şener, İstanbul 1976, s. 439-451; Ebû Gudde, a.g. makale, s.
309-310).
Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) de halku'l-Kur'an
fitnesinden nasibini almış ve Kur'an mahlûk değildir, görüşünü
benimsediği için işkence görmüş ve 28 ay kadar hapiste
kalmıştır.
Sonuç olarak Ehl-i sünnet'le Mu'tezile arasında
cereyan eden halku'l-Kur'an ihtilafının özü, mana kelamının
(kelam-ı nefsî) varlığını kabul veya red ile
ilgilidir. Mu'tezile, "Kur'an mushafın iki kapağı
arasında mevcut olan ve bize kadar tevatüren nakledilen şeydir"
der ve ilave eder: "bu mushaflarda yazılma, dillerde okunma ve
kulaklarla işitilme, sonradan olmanın (hudûsun, yaratılmanın)
belirtileridir." Ehl-i sünnete göre ise, Kur'an; Allahu Teala'nın
zatı ile kaim, kadîm, ezelî bir manadır. Allah'ın kelamına
delalet eden nazm ve sözler vasıtasıyla telaffuz edilir,
okunur ve dinlenilir; ancak mushaflara, dillere ve kulaklara hulûl etmiş
olmaz (el-Cüveynî, Kitabü'l-İrşad, Mısır 1950, s.
128 vd.; Taftazanî, a.g.e,170-171; Aliyyu'l-Karî, Şerhu
Fıkhı'l-Ekber terc. y.v. Yavuz, İstanbul 1979, s. 77-79).
Hamdi DÖNDÜREN
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.