Mahkeme
Mahkeme
Haksızlıkların önüne geçilmesi,
İslam toplum düzenini bozacak türdeki davranışların
ve zulmün yok edilmesi görevini yerine getiren, bütün hukuk ve ceza
davalarını çözüme kavuşturan müessese. Arapça "hüküm"
kelimesinden türemiş olup, lügatta "hüküm verilen yer"
anlamında kullanılmaktadır.
İslam'da mahkemelerin ortaya çıkışı,
Medine'ye hicret ile başlamaktadır. Mekke döneminde
müslümanlar, siyasî bir otoriteye sahip olmadıklarından, bu dönemde
bir yargı kurumundan söz etmek mümkün değildir. Adlî
düzenin kurulabilmesi için kaçınılmaz olan maddî iktidar,
Medine'ye hicretten sonra bir İslam devletinin kurulmasıyla
elde edilmişti. Medine'de devlet başkanı, aynı zamanda
kaza organının da başı olan Resulullah ilk zamanlar,
kaza fonksiyonunu bizzat yerine getiriyor; her türlü ihtilaf ve davalar
onun tarafından çözüme kavuşturuluyordu. Resulullah (s.a.s),
toplum düzeninin sağlanması ve haksızlıkların
giderilmesi için, hükümler verirken aynı zamanda, yargılama
usulü hakkındaki temel prensipleri de ortaya koyuyordu.
İslam devletinin toprakları
genişleyince Resulullah (s.a.s), sahabilerden bir
kısmını kadı tayin ederek ihtiyaç olan bölgelere
gönderdi. Medine'de de kazaî ve adlî işlerin artmasıyla
birlikte Resulullah (s.a.s), hakimlik yetkilerinden bir kısmını
başkalarına devretmek zorunda kaldı. Kendisi sadece temyiz
makamı olarak yetki kullanmakla yetindi.
İslam hukukunda mahkemeler, tek hakim sistemi
ile çalıştıklarından dolayı hakimlerin
görevleri oldukça ağırdır. Bunun için, kadılar
davaları çözüme kavuştururken müftî ve alimlerden istifade
ederlerdi. Ancak bilgi ve görüşüne başvurulan kimselerin
önerdikleri çözümün bir bağlayıcılığı
yoktu.
İslam'da mahkemeler, tek dereceli olarak faaliyet
gösterdiklerinden, verdikleri kararlar kesindir ve bir üst mahkemece
bozulması veya yeniden görüşülmesi söz konusu değildir.
Temyiz makamı alt mahkemenin verdiği kararları sadece
şekil yönünden tetkik edebilir. Davanın görülmesinde usul
yönünden bir eksiklik mevcut değilse, kararı aynen onaylamak
durumundadır. Resulullah (s.a.s), verilen kararları sadece bu açıdan
incelediği gibi, Raşid Halifeler de aynı şekilde
hareket etmişlerdir. Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a), hilafetleri sırasında
her hac mevsimi Mekke'de bir temyiz mahkemesi kurarlar ve ülkenin her
tarafında kadıların verdiği kazaî kararlara yapılan
itirazları temyizen incelerlerdi. Hz. Ömer (r.a), ölüm kararlarını
bizzat tetkik etmeden infaz ettirmiyordu.
Peygamber (s.a.s) zamanında duruşmaların
yapıldığı özel bir mekan yoktu. O, camide, pazarda,
evde, veya o anda bulunduğu herhangi bir yerde tarafları dinler
ve meseleyi çözüme kavuşturarak verdiği kararları infaz
ettirirdi. Ancak sonraki devirlerde, kaza fonksiyonunun yerine getirilmesi
için özel binalar inşa edildi ve davalar buralarda görülmeye başlandı.
Emeviler zamanına kadar davalara bakmak için belirli gün ve saat
tayin etme adeti de yoktu. Mahkemeler, haftanın her gününde ve her
saatinde gelen davalara bakardı.
Peygamber (s.a.s) zamanında vilayet
kadıları için yetki açısından bir
sınırlama mevcut değildi. Kadılar bölgeleri dahilinde
hukuk ve ceza davalarının tamamının muhatabı
idiler. Ancak, görev sahaları belirli sınırlarla tahdit
edilmişti. Bir kadı yalnızca kendi yetki bölgesinde
faaliyet gösterebilir ve atandıkları bölge dışında
kalan bir yerdeki adlî meselelerle ilgilenemezdi. Aynı zamanda bir
şehre aynı tür davalara bakmak üzere birden fazla kadı görevlendirilemezdi.
Bazı hukukçular, görev sahaları belirlenmek şartıyla,
bunun sahih olacağı görüşünü benimsemişlerdir.
Hz. Ömer (r.a), kadılık bölgelerinde,
bakacakları dava çeşitlerini belirtip birden fazla kadı
tayin ederek bir taksim yapmış ve böylece kadıların yüklerini
hafifletme yoluna gitmişti. Dava türlerinin ayırımı
Emeviler zamanında daha belirgin hale gelmiştir.
İslam toprakları dahilinde, gayrımüslimlerle
müslümanlar arasındaki ihtilafları çözmek ve davalara
bakmak selahiyeti İslam mahkemelerine aittir. Gayrımüslimler,
müslümanları ilgilendirmeyen meselelerini, kendi aralarında
çözebilirler. Ancak kendi rızaları ile İslam
mahkemelerine müracaat ettiklerinde dava İslam mahkemesinin yetki
alanı içine girer ve verdiği kararlar bağlayıcı
olur.
İslam mahkemelerinde yargılamalar, muayyen
prensipler çerçevesinde olur. Bu kurallar adaletin gerçekleşmesi
ve hakların sahiplerine verilebilmesi için Hz. Peygamber'in
sünnetinde net bir şekilde gösterilmiştir.
Buna göre davacı mahkemede iddiasını
delillerle ispat etmek zorundadır. Davalıya da yemin ettirilir
(Tirmizi, Ahkam, 12; Müslim Akdiye, 1).
Hakimler davayı, davacının
getirdiği deliller çerçevesinde neticelendirmek zorundadırlar.
Hakimin dava hakkındaki şahsî bilgisi ve kanaati vereceği
hükme bir mesned teşkil etmez.
Hakim, muhakeme esnasında taraflara eşit
davranmak zorundadır. Rasulullah (s.a.s), tarafların hiç bir
tesir altında kalmadan kendilerini savunabilmeleri ve delillerini
ortaya koyabilmeleri için hakimlerin taraflara bakışında,
konuşmasında ve her çeşit hal ve hareketinde eşit
davranılması gerektiğini bildirmiştir. Resulullah
(s.a.s), yargılama esnasında tarafları, rahat
davranabilmeleri için yere oturturdu (Ebu Davud, Akdiye, 8).
Hakimin, yalnızca bir tarafın delillerini
dinleyip, diğer tarafın kendini savunmasına fırsat
vermeden hüküm vermesi yasaktır. Bir hadiste şöyle
buyurulmaktadır: "Şayet hakimler, insanlara, tek taraflı
beyan ve iddialara dayanarak hak tevzi edecek olsalar, kan (ceza
davaları) ve şahısların Malları (hukuk
davaları) üzerinde, doğru ve adil olmayan hükümler
verilirdi" (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, Nşr. A. Muhammed
Şakir, Mısır 1958 No. 3188, 3292). Diğer bir hadiste
de Hz. Ali (r.a) den yargılamanın şekli hakkında
Resulullah (s.a.s)'in şöyle söylediği rivayet edilmektedir:
"İki taraf senin karşında yer alınca, birini
olduğu gibi diğer tarafı da dinlemeden aralarında hükmetme!
Bu, ne şekilde hüküm vermen gerektiğini sana gösteren bir yol
olacaktır" (Tirmizi, Ahkam, 5; Ebu Davud, Akdiye, 6).
Davacının iddiasının dikkate
alınabilmesi için en az iki şahit getirmesi gereklidir:
"Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek
bulunmazsa, şahidlerden kendine güvendiğiniz bir erkek ve iki
kadın yeter" (el-Bakara, 2/282). Ancak Resulullah (s.a.s), iddia
sahibinin yemini ile tek şahidin şehadetine dayanarak da hüküm
vermiştir (Müslim, Akdiye; Ebû Davud, Akdiye, 21; Tirmizi, Ahkam,
13). Buna göre iddia sahibi iki şahit getiremezse, yemin ile
birlikte tek şahitle hüküm verilir.
Şahitlerin şehadetlerinin geçerli olabilmesi
için namuslu ve adil olmaları şart koşulmuştur:
İçinizden adalet sahibi iki kişiyi
yaptıklarınıza şahit tutun" (et-Talak, 65/2).
Davalarda şahitlikte bulunanların
durumları, mahkemece tahkik edilip güvenilirlik ve adillikleri komşularından
soruşturularak, tesbit edilir. İstilahta buna tezkiye
denmektedir (bk. Tezkiye mad.). İlk zamanlarda hakimler bu
soruşturmayı açıktan açığa yapmakta idiler.
Ancak kadı Şureyh, bu soruşturmayı gizlice
yaptıran ilk kimse olmuştur. Ayrıca şahitlerin
birbirinin verdiği ifadelerden etkilenip şehadette
bulunacakları şey hakkında birbirlerinin ağzından
bir şey almamaları için de ilk defa şahitlerden ayrı
ayrı ifade alma usulu Hz. Ali (r.a) tarafından
getirilmiştir.
Kadı, mahkemede, görülecek davanın usul yönünden
bütün unsurlarını bir araya getirdikten sonra davayı
şu kaynaklar çerçevesinde hükme bağlar: a) Kur'an b) Sünnet
c) Bu ikisinde de bir hüküm bulamazsa ictihad eder (Ebu Davud, Akdiye,
11). Buna sonraki devirlerde icma ve kıyas eklenmiştir.
eş-Şa'bî, Hz. Ömer'in hilafeti zamanında
kadılık yapan Şureyh'den, kendisine Hz. Ömer (r.a)'ın
şöyle talimat verdiğini nakletmektedir: "Allah'ın
Kitabı'nda bulduğun şey ile hükmet! Allah'ın
Kitabı'nın tamamında bir şey bulamazsan bu halde
Allah'ın Resulünün kararlarında bulduğun şey ile hükmet!
Şayet Resulullah'ın kararlarının tamamında bir
şey bulamazsan, müminlerin imamlarının kararlarında
bulduğun şey ile hükmet! Şayet onlarda da bir şey
bulamazsan, kendi reyinle doğruyu bulmak için ictihad et ve zühd ve
ilim ehline danış" (İbn Kayyım el-Cevzî,
İ'lamul-Muvekkı'in, Mısır, t.y., I, 97).
Hukuk davalarında, hakkı ihlal edilen kimse
şikayette bulunmadıkça, olay başkaları
tarafından bildirilse bile mahkeme harekete geçmez ve hakkı çiğnenen
kimse dava açmaya zorlanmaz. Ceza davalarında ise durum
farklıdır. Hakkı ihlal edilen kimse dava açmasa bile,
olaydan haberdar edilmesi durumunda mahkeme, hemen olaya el koyarak amme
davası açar.
Had gerektiren olayların dışında
kalan davalar, hak sahibinin affetmesi ve davadan dönmesi halinde düşer.
Bir takım suçlar, şahısları ilgilendirse bile, esas
olarak İslam toplum düzenine karşı işlenmiş
olduklarından, bu suçların cezaları her halükarda infaz
edilir. Zina, hırsızlık, içki vs. suçlar bu kabildendir.
İslam hukukunda genel anlamda bir af söz konusu
olmadığı gibi, devlet de hakkı ihlal edilen kimseye
rağmen suçlan affetme salahiyetine sahip değildir.
Verilen kararların infaz edilmesi, mahkemelerin en
önemli görevlerinden birisidir. Davayı kaybeden tarafın
karşı tarafa hakkını vermekten kaçınması
durumunda, hakim, kararı bizzat icra ederek hakkı hak sahibine
verir.
Taraflar davayı mahkemeye götürmeden, resmi sıfatı
ve kazaî salahiyeti olmayan bir kimseye giderek davalarını
çözümlettirebilirler. İslam hukuk ıstılahında bu yönteme
"tahkim" (hakem tayin etme) denilmektedir.
Peygamber (s.a.s), harp esirlerini, katilleri, cinayet
zanlılarını ve borçlarını ödemeyenleri
hapsediyordu. Ancak, hapishane olarak kullanılmak üzere özel bir
yapı yoktu. Hapsedilmesi gereken suçlular, muhtelif yerlerde
hapsediliyorlardı. İlk defa, hapishane olarak kullanılmak
üzere hususi bir bina yaptıran Hz. Ali (r.a) olmuştur. İslam
hukukunda hapis cezası olmadığı için, bugünkü
anlamda bir hapishanenin varlığı hiç bir zaman söz konusu
olmamıştır. İslam'da hapishaneler, hakların
sahiplerine verilmesine ve suçluların yargılanıp
cezaların infaz edilmesine kadar, tutukluların kaçmalarını
önlemek için kullanılmaktadır.
Ömer TELLİOĞLU
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.