Reaya
Reaya
Osmanlı idarî ve siyasî sisteminde bir
hükümdarın hüküm ve idaresinde bulunup vergi veren halk anlamında
kullanılan bir terim.
Reaya kelimesi, sürü, otlatılan hayvan sürüsü;
hükümete itaat eden ve vergi veren halk manalarına gelen "raiyyet"in
çoğuludur.
İslam hukukunun ikinci kaynağı olan
hadis metinlerinin en az on tanesinde yer alan kelime günümüzde daha
çok "Hepiniz çobansınız ve emriniz altındakilerden
sorumlusunuz. Devlet başkanı çobandır ve yönettiklerinden
sorumludur..." (Buhari, Cuma, Hadis no: 487) hadisindeki ifadesiyle
tanınmıştır.
"Reaya" kelimesine İslam tarihi boyunca
zaman zaman farklı anlamlar yüklenmiştir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
a) Müslüman ve gayr-i müslim teba'a; b) gayr-i
müslim teba'a; c) köylü/çiftçi.
Başlangıçta, İslam devletinin
yönetimi altında bulunan müslüman ve hristiyan, bütün halk
topluluklarına reaya deniliyordu. Sonraları, gayr-i müslim adı
altında toplanan bütün teba'aya bu ad verilmiştir. Bu
kriterden hareketle biz de reaya derken genel anlamda gayr-i müslim
teba'adan bahsedeceğiz.
İslam hukukunda, İslam hükümranlığına
boyun eğen İslam dışı unsurlara zımmî veya
ehl-i zimmet denilmektedir. Bu ismin veriliş sebebi, İslam
devletine ödemiş oldukları cizye vergisi
karşılığında mal, can ve namus gibi
hususların müslümanlarca garanti edilip koruma altına
alınmış olmasından kaynaklanmaktadır (Bilal
Eryılmaz, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Teb'anın Yönetimi,
İstanbul 1990, s. 19).
İslam savaş hukukuna göre, yeni ele
geçirilen bir gayr-i müslim ülkesinde halka üç şart ileri sürülürdü:
İslam'ı, savaşı veya cizyeyi kabul etmek. İslam'ı
kabul edenler cizye vermezlerdi, savaşı kabul edenler savaş
kurallarına göre işlem görürlerdi; cizye ödemeyi kabul
edenler de devletin idaresi altına girer, reaya
sayılırlardı. Bu grup halk unsuru, Medine'ye hicretten
sonra kurulan İslam devletinin kısa bir sürede göstermiş
olduğu siyasî ve askerî atılımlar sonucunda İslam
hakimiyetine boyun eğen ehl-i kitap topluluklarıyla
yapılan antlaşmalar sonucunda ortaya çıkmıştır.
Gayr-i müslim reaya ile yapılan ilk sözleşmelerden birisi
Resulullah (s.a.s)'in Necran hristiyanlarına verdiği ahidnamedir
(Metin için bk. Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam, Kitabül-Emval, Kahire
1981, s. 182 vd).
Raşid halifeler döneminde fetihlerle görevli
komutan ve valilere, İslam devletinin hakimiyetini tanıyan ve
gayr-ı müslimlere İslam'ın gerektirdiği şekilde
iyi davranılmasını ve haklarının gözetilerek
garanti altına alınmasını ihtiva eden direktifler
veriliyordu. Nitekim Hz. Ömer (r.a), Kudüs'ü ele geçirdiği zaman
hristiyan halkın mal ve canlarının korunup, mezhep ve
ibadetlerinde serbest bulunduklarını ilan etmişti. Hz.
Ömer döneminde yapılan birçok düzenlemeler arasında reayadan
alınan vergi de belli bir sisteme bağlandı. Buna göre
zenginler her yıl 48, orta halli olanlar 24, yoksullar ise 12 dirhem
gümüş cizye vermekle yükümlüydüler.
İslam'ın bu ilk dönemlerinde reaya tabiri
sadece gayr-i müslimler için kullanılmıyordu. Bununla birlikte
müslüman teba'a da aynı isimle anılıyordu. Hz. Ebû Bekir
(r.a)'in halife olduğu zaman reayasına karşı
yaptığı konuşma, İslamda devlet başkanı
ile reaya arasındaki yakınlık ve ilişkiyi mükemmel
bir şekilde yansıtır:
"-Ey müslümanlar! Sizin en hayırlınız
olmadığım halde, sizi idare etmek üzere seçildim.
İyilik yaparsam bana yardım ediniz, kötülük yaparsam beni doğrultunuz...
Hangi İslam toplumu Allah yolunda cihadı terkederse, Allah ona
zillet ve aşağılık verir. Hangi müslüman toplum arasında
fuhuş yayılırsa, Allah onlara vereceği bela ve
cezayı genelleştirir. Allah'a ve Resulu'ne itaat ettiğim sürece,
bana itaat edin. Şayet ben, Allah'a ve Resulu'ne isyan edersem,
artık bana itaat yoktur".
Emevilerin hilafeti ele geçirmelerinden sonra geçmişte
uygulanan usuller bir süre daha devam etmiş, ancak hilafetin
saltanata dönüştürülmesinin olumsuz sonuçları ortaya çıkmaya
başlayınca müslümanların olduğu gibi gayr-i müslimlerin
de vergi hususunda haksız muamelelere tabi tutuldukları
izlenmiştir. Diğer taraftan Emevîler fethedilen yerlerdeki
gayr-i müslim memurlardan istifade etmişlerdir. Hesap ve yazı
işlerini bilen gayr-i müslimler özellikle malî divanlarda görev
almışlardır. Bu durum devletle reaya veya bir başka
deyimle müslümanlarla gayr-i müslimler arasında organik bir
yakınlaşmaya yol açtı. Bu gelişmeler sonunda Emeviler
devrinde birçok gayr-i müslim yazar, bilgin ve doktor yetişti.
Ancak Abdülmelik b. Mervan'ın Emevi devletini Araplaştırma
çalışmaları ile bu durum ortadan kalkmış, böylece
gayr-i müslimler kendilerine tanınan bu imtiyazları
kaybetmişlerdir.
Abbasiler devrinde ve o dönemlerde İran,
Mısır, Kuzey Afrika ve İspanya gibi ülkelerde kurulan diğer
devletlerde de reaya ile ilişkiler aynı ölçülerde devam
ettirildi. Bu uygulamaları daha sonra kurulan müslüman devletler
devam ettirdiler. Nitekim Anadolu'nun Selçuklular tarafından
fethedilmesinden sonra İslam devletlerinde uygulanan bu usuller
hemen hemen aynen benimsendi. Reaya cizyesini ödediği sürece,
bütün din ve dünya işlerinde serbest bırakıldı.
Özel yaşayışlarına, eğitim ve öğretimlerine,
ibadet, gelenek ve göreneklerine dokunulmadı.
Osmanlılar, ilk dönemlerinde İslam'ın
prensiplerini uygulamada samimi davrandıkları için reayanın
hakları, devletin kontrol ve muhafazası altındaydı.
Fethedilen ülkelerdeki gayr-i müslim reaya vergiye bağlanmak
şartıyla yerlerinde bırakılıyor; buna mukabil
mal, can ve mesken dokunulmazlıkları ile inanç ve ibadet
hürriyetleri devlet tarafından güven altına alınıp,
eğitim ve öğretim ile ibadet ve geleneklerinde serbest
hareketleri temin ediliyordu. Reaya'nın tabi olduğu hükümler
Osmanlı Kanunnamelerinde açıkça izah edilmiştir.
Osmanlı devletinde reaya'dan hizmeti görülenlere tımar
verilirdi. Bu tımarı kazanmak isteyenler sipahi
yazılır, böylece vergiden muaf tutulurdu. Ancak gayr-i müslim
reayadan herkes istediği zaman sipahi olamaz; atadan, babadan devlete
hizmeti geçmiş olanlar seçilirdi.
Gayr-i müslim reayanın bedenî olarak bir
yükümlülük altına sokulduğu görülmektedir. Bu da, devşirme
usuluyle meydana getirilen yeniçeri ordusunun asker ihtiyacını
karşılamak için başvurulan bir metoddu. Her sene bazı
reaya ailelerinin küçük çocukları yeniçeri ocağına
alınırdı. Genelde ailelerin kendi arzularıyla verilen
bu çocuklar, İslam adet, örf ve kurallarına göre yetiştirilir,
içlerinden yetenekli olanlar devlet ve ordu görevlerinde en yüksek
kademelere kadar çıkarlardı.
Tanzimat'ın ilanına kadar Osmanlı
idaresinde gayr-i müslim ahaliye ait hak ve görevler için Hz. Ömer'in
Kudüs'ü fethettiği zaman oradaki gayr-i müslimlere tatbik ettiği
esaslar örnek alınarak aynı uygulama asırlarca sürdürüldü.
Bu esaslarla gayr-i müslim tebeanın müslümanlara göre farklı
bir, şekil ve renkte elbise giymeleri, müslümanlar arasında
silahlı dolaşamamaları ve şehirde at üstünde
gezememelerine karşılık, hayat ve hürriyetleri tam bir
garanti altına alınmıştır. Osmanlı devleti,
Tanzimat'ın ilanına kadar bu esaslar dahilinde hareket ederek
devlet bünyesinde bir "ümmet hakimiyeti" politikasını
takip etmişti. Ama Tanzimat ile birlikte bu anlayışa son
verildi.
Tamamen batılı devletlerin zorlamaları
ile ilan edilen Tanzimat Fermanı (1839) gayr-i müslim reayanın
menfaatlerini korumak ve onlara yeni haklar kazandırmak amacına
yönelikti. Tanzimatla birlikte bir dönüm noktası durumuna gelen
gayr-i müslim reayanın konumu, bu tarihten itibaren İslam
hukuku ve müslümanlar aleyhinde bir gelişmeye sahne olmuştur.
Sultan II. Mahmud'un: "Ben vatandaşlarımdan müslümanı
camide, hristiyanı kilisede ve museviyi sinagogta
ayırırım. Aralarında başka bir fark yoktur"
sözü geniş bir uygulama alanına konuldu. Tamamen şer'i
bir vergi olan cizyenin adı değiştirilerek buna
"bedel-i askerî" adı verildi. Bütün devlet rütbe ve
memurlukları kendilerine açılan gayr-i müslim reayanın;
bu tarihe kadar müslümanlar hakkında şahitlikleri geçerli değil
iken, bundan sonra müslümanlar hakkında hüküm vermek üzere
mahkeme üyeliği bile verildi.
Reaya başlangıçtan beri kendisine tanınan
haklara dayanarak, Osmanlı devleti sınırları içinde
özel din okulları, öğretim müesseseleri ve ibadethaneler açtı.
Tanzimattan sonra da kendi dillerinde ilkokuldan liseye kadar eğitim
ve öğretim yapan özel okullar açtılar. Bunlar arasında
Fransızca, İngilizce, Almanca, Rumca, İtalyanca,
İbranice, Ermenice öğretim yapan özel okullar vardı.
Gerek bu okullarda, gerekse Osmanlı eğitim kurumlarında görev
alan gayr-i müslim kaynaklı kimseler eğitim
kadrolarını işgal etmişlerdi. Böylece bu okullar uzun
vadede Osmanlı devletini içten çökertecek olan, İslam düşmanı
bürokratların yetişmesinden başka bir işe
yaramamıştı. Bu dönemde reaya çocukları,
Osmanlı öğretim kurumlarının çoğunda daha çok
yabancı dil ve deneysel bilimlerle ilgili derslerde öğretmenlikle
görevlendirildi. Ayrıca bunlara, elçilik ve saraylarda tercümanlıkla,
yabancı devletler nezdinde elçilik görevleri verildi.
İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet
tarafından Osmanlı Devleti sınırları içinde
reaya'ya tanınan bütün haklar II. Meşrutiyet (1908)'e kadar sürmekle
birlikte, 1856'da ilan edilen Islahat Fermanı ile gayr-i müslim
teba'a, reaya statüsünden kurtulup hakim millet yani Türk unsurlarıyla
eşit bir statüye sahip olmuştur (Eryılmaz, s. 113). Böylece
Osmanlı devleti, reaya ile olan ilişkilerinde İslam hukuku
prensiplerini tamamen terketti. Reayadan alınan cizye
kaldırılarak devlet dairelerinde, okullarda ve askerlik
hizmetlerinde müslümanlarla gayr-i müslim reaya eşit seviyeye
getirildiler.
II. Meşrutiyetle birlikte gayr-i müslim reayaya
verilen imtiyazlar genişletildi, verilen haklara yenileri eklendi.
Fransız ihtilalinin (1789) hemen ardından
ortaya çıkan milliyetçilik akımları ve özellikle batılı
emperyalist devletlerin kışkırtmalarıyla
bağımsızlık ve isyan hareketlerine kalkışan
reaya, Osmanlı idaresi tarafından kendilerine tanınan bu
hoşgörü, hak ve imtiyazları kötüye kullanmaktan çekinmedi.
Ayrıca yüzyıllarca huzur içerisinde yaşadıkları
Osmanlı devleti aleyhine, fırsat buldukça Osmanlı iç işlerine
müdahale edegelen emperyalist güçlerle işbirliği yapmaktan da
geri kalmadı. Osmanlı Devleti'nin gereksiz yere I. Dünya savaşına
sürüklenmesiyle reaya, devleti içinden parçalamak için yoğun
çalışmalara girdi. Anadolu üzerinde haklar iddia ederek bağımsız
devlet kurmak amacıyla terör eylemlerine başladı. İslam
topraklarını işgal eden yabancı güçlerle askeri işbirliğine
girerek müslüman halka karşı katliamlara giriştiler.
Ermeni çetelerin işledikleri cinayetler bunun tipik örnekleridir.
Osmanlı devleti yıkılıp, yerine
Anadolu toprakları üzerinde kurulan laik Türkiye Cumhuriyeti
devleti, hudutları içerisinde yaşayan herkesi eşit
seviyede vatandaşlık hakları ile vatandaş kabul
etmiştir. Ancak, laiklik çerçevesinde gayr-i müslim topluluklar,
her şeylerinde serbest bırakılıp bir
sınırlandırmaya maruz kalmadıkları halde, müslümanlar,
laiklik adına büyük zulümlere ve baskılara muhatap oldular.
İslam'ın dışındaki bütün dinler, devlet tarafından
tanınıp güvence altına alındıkları halde;
ülkenin gerçek sahipleri olan müslümanların, dinlerini
yaşamaları her şekliyle imkansız hale getirilmek
istenmiştir. İslam, hukuk dışı bir din ilan
edilerek, onun gerçek başlıları sürekli takibata uğramış
ve büyük cezalara çarptırılmışlardır.
Ayrıca, laiklik prensibine uyularak İslamdan başka
dinlerin kurumları ve faaliyetleri tamamen serbest
bırakılırken; İslam, devletin denetimi altında,
devlete bağlı bir kurum olan Diyanet teşkilatı ile
laik devletin istek ve hedefleri doğrultusunda kullanılan bir
din haline getirilmeye çalışılmıştır.
A. Zeki İZGÖER
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.