Riba (faiz)
Riba (faiz)
Artma, çoğalma, şişme, gelişme ve
yetişme, mübadeleli akitlerde taraflardan birinin hakkı kabul
edilen ve akit sırasında şart koşulan
karşılıksız fazlalık anlamında bir İslam
hukuku terimi. "Riba" kelimesi arapça mastar olup, sözcüğün
kökeninde "mutlak çoğalma" anlamı vardır.
Cins ve miktarı bir olan iki şey biri
diğeriyle mübadele edildiğinde bir taraf için kabul edilen malın
fazlasına riba veya faiz denir (İbnül-Hümam, Fethul-Kadîr,
V, 277). Ayarları aynı olan 100 gr. altını, peşin
veya vadeli yüzyirmi gr. altınla mübadele etmek gibi... Böyle bir
işlemde 100 gr. altın veren, aynı miktarda altın alma
hakkına sahip olur. Burada 100 gr. altın ana para (re'sül-mal),
20 gr. fazlalık ise riba adını alır (Elmalılı,
Hak Dini Kur'an Dili, II, 952, 953).
Riba sözcüğü yerine Türkçede daha çok "faiz"
terimi kullanılır. Faiz; taşan, taşkın, dolu,
ödünç verilen para için alınan kar gibi anlamlara gelir. Elmalılı
Hamdi Yazır riba ile faizin aynı anlama geldiğini
belirtirken şöyle der: "Riba; sözlükte, ziyadelenmek,
fazlalanmak anlamına mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın
adı olmuştur... Cahiliyye devrinde asıl borca "re'sül-mal",
ziyadesine ise "riba" adı verilirdi. Bugünkü faiz işlemleri
nitelik bakımından cahiliyye devrinin bu adetinden başka
bir şey değildir. Zaman zaman faiz miktarının ve
şekillerinin azalması veya çoğalması muamelenin
niteliğini değiştirmez. İşte cahilî Arap
örfünde riba tam anlamıyla günümüzdeki nükudun (nakit paraların)
faizi veya neması tabir olunan fazlasıdır. Karzdan (ödünç
para) başka borçlar da (düyün) tatbiki dahi böyledir. Şüphe
yok ki sözlükte bunun en uygun ismi riba, ziyade, artık
olması gerekir. Buna faiz veya nema tabirinin kullanılması
"Alım-satım ancak riba gibidir" (el-Bakara, 2/275)
ayetinin delaletiyle, alım satım ve ticarete benzetilerek
yanlış bir kullanmadır (Elmalılı, a.g.e., II,
952, 953).
Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının
değişmesi, hükmünün değişmesini gerektirmez. Buna göre,
ribanın hükümleri aynı hukukî özellikleri taşıyan
faize de uygulanır. Bu, icare akdine, kira akdi demek gibidir ki,
her ikisi de aynı anlama gelen sözlerdir.
İslamiyet toplumla ilgili sosyal ve ekonomik
problemleri çözerken tedric prensibine uymuştur. Faizcilik,
Arapların özellikle yüksek tabakalarının
yararlandıkları önemli bir kazanç yolu idi. Bunu bir hamlede
kaldırmak uygun değildi. Bu yüzden, içkinin yasaklanışında
olduğu gibi, ribanın yasaklanışı da belli
merhaleler geçirmiştir.
Ebû Hureyre'den, Hz. Peygamber'in şöyle dediği
nakledilmiştir: "Mirac gecesi, karınları evler gibi (büyük)
olan bir topluluğun yanına geldim. Onların
karınlarında dışarıdan görünen yılanlar
vardı. Cebrail (a.s)'e bunların kimler olduğunu
sorduğumda; Bunlar faiz yiyenlerdir" cevabını verdi"
(İbn Mace, Ticarat, 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 353, 363).
Mirac olayı 621 m. yıllarında Mekke'de vuku bulduğuna
göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret
edilmiş olmaktadır. Yine Mekke'de inen bir ayette faizin malı
arttırmayacağı bildirilmiştir (er-Rum, 30/39).
Medine'de inen bir ayette ise, Tevrat'ta yahudilere faizin yasaklandığı,
ancak bu yasağa uymadıkları için kendilerine helal kılınan
bazı temiz ve güzel şeylerin haram
kılındığı belirtilmiştir (en-Nisa,
4/160,161). Şu ayetle ise kısmî yasaklama getirilmiştir:
"Ey iman edenler, ribayı öyle kat kat arttırılmış
olarak yemeyin" (Alu İmran, 3/130). Burada fahiş riba adı
verilen mürekkeb faiz kastedilmiştir.
Kur'an-ı Kerim azı ve çoğu
hakkında bir ayırım yapmaksızın ribayı
şu ayetlerle mutlak olarak yasaklamıştır:"
Allah alış-verisi helal ve faizi ise haram
kılmıştır" (el-Bakara, 2/275); "Kim de haram
olan bu ribayı helal diye yemeye dönerse, içte onlar cehennemliktir,
o ateşte ebedî olarak kalacaklardır" (el-Bakara, 2/275);
Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve (cahiliyette işlediğiniz)
faiz hesabından arta kalanı bırakın; eğer gerçek
mü'minler iseniz. Yok eğer bu faizi terketmezseniz; bilin ki,
Allah'a ve Peygamberine karşı bir harbe girmiş olursunuz.
Eğer ribadan tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Böylece ne
zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olmazsınız"
(el-Bakara, 2/278, 279).
Müfessirlerin çoğuna göre, riba ayetleri,
Taif'te oturan Beni Sakîf kabilesinin faiz problemiyle ilgili olarak inmiştir.
Bu kabilenin Hz. Peygamberle yaptığı Taif
anlaşmasında faiz alacak-verecekleri lağvedilmişti.
Mekke'deki Muğîre oğulları, Benî Sakîf'ten Amr b: Umeyr
oğullarına olan faiz borçlarını ödemeyince, aralarında
düşmanlık doğdu. Durum Mekke valisi Attab b. Esîd (ö.
13/634) tarafından Hz. Peygamber'e yazıldı. Bu soru
üzerine riba ayetleri indi ve Hz. Muhammed, valiye ayeti yazdı.
Ayrıca hükme razı olurlarsa ne ala, aksi halde onlara harp
ilan etmesini bildirdi. Bunun üzerine Taifliler faiz istemekten
vazgeçtiler (et-Taberî, Tefsîr, 105, 106; Elmalılı, a.g.e.,
II, 972). Mekke ve Taif'in fethi 8. Veda haccı ise 10. hicret
yılında vuku bulmuştur. Hz. Peygamber Veda haccı
sırasında Mekke'de faiz yasağı uygulamasını
şu ifadelerle başlatmıştır: Dikkat ediniz! cahiliyye
devrinden kalma faizin hepsi kaldırılmıştır.
Kaldırdığım faizin ilki, amcam Abbas b.
Abdilmuttalib'in faizidir" (Müslim, Hac, 147; Ebû Davud, Büyü',
5).
İslam'ın yasakladığı riba
iki kısma ayrılır. Nesîe ve fazlalık ribası.
A. Nesîe ribası (ribe'n-nesîe). Cahiliye
devrinde bilinen ve uygulanan riba çeşidi budur. Bu, satım
akdinden veya ödünç (karı) vermekten doğan bir borç için
vade durumuna göre eklenen faizdir. Borç vadesinde ödenmeyince yeni
anlaşmalarla faiz ilave edilir. Kur'an-ı Kerîm'de bu çeşit
ribaya işaret edilerek, yasak hükmü getirilmiştir:" Ey
iman edenler gerçek mü'minler iseniz Allah'tan korkun, faizden henüz alınmamış
olup da kalanı bırakın" (el-Bakara, 2/278, 279).
B. Fazlalık ribası (ribel-fadl). Bu, hadîs-i
şeriflerde yer alan riba çeşidi olup, mislî tür malı,
misliyle, iki ivazdan (bedelden) birisini diğerimiz üzerine
ziyadeyle satmaktır. Mesela bir ölçek buğdayı, iki
ölçek buğdayla peşin veya vadeli olarak trampa etmek gibi...
Ubade b. es-Samit'ten Hz. Peygamber'in şöyle
dediği nakledilmiştir: "Altın altınla, gümüş
gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve
tuz tuzla misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak trampa
edilirler. Ama bunların cinsleri ayrı olursa peşin olmak
şartıyla, istediğiniz gibi satış
yapınız" (Müslim, Müsakat, 81; Ebû Davud, Büyü',18;
Ahmed b. Hanbel, V, 314, 320). Bu hadisin Tirmizî'deki rivayetinde
şu ilave vardır: "Her kim bu şekil mübadelede fazla
verir veya alırsa şüphesiz riba yapmış olur" (Tirmizî,
Büyü', 23).
İslam hukukçularının çoğunluğu
bu hadiste sayılan altı maddeyi "örnek kabilinden"
sayarken, yalnız Zahirîler, yasak hükmünün sadece bu altı
maddeye ait olduğunu söylemişlerdir. Buna bağlı
olarak ribanın illeti de tartışılmıştır.
Hanefilere göre, faizin illeti mislî mallarda cins ve
miktar birliğidir. Ölçü ile alınıp satılan
şeylerde cins ve ölçü birliği, tartı ile
alınıp satılan şeylerde ise cins ve tartı
birliği ortak niteliktir. Bu duruma göre faizin hükmü, yalnız
hadiste zikredilen altı maddeye değil, ortak özelliğe
sahip olan tüm maddelere uygulanır. Bir hadiste şöyle
buyurulur: "Faiz ancak altında veya gümüşte yahut
ölçülen veya tartılan ya da yenilen veya içilen Şeylerde
cereyan eder" (İmam Malik, el-Muvatta', Büyü', 44; Zeylaî,
Nasbu'r-Raye, V, 36-37). Nesîe (veresiye satış)
ribasının illeti ise vadedir. Mislî olan şeylerin
aynı cinsle veya değişik cinsteki şeylerle vadeli mübadelesinde
bu çeşit riba gerçekleşir. Ancak vadenin
bağlayıcı olmadığı karz-ı hasen ve
nakit para karşılığı veresiye
satışlarla selem akdi, toplumun bu muamelelere ihtiyacı
nedeniyle özel nass (ayet hadis)larla meşrû kılınmıştır.
Şafiî hukukçulara göre, altın ve gümüşte
riba illeti para olma (semenlik) özelliği, hadiste sayılan
diğer dört maddede ise illet "yiyecek maddesi" olmalarıdır.
Asr-ı saadette riba uygulaması örnekleri:
Altının altınla değişimi
eşit ağırlıkta ve peşin olarak yapılır.
Hz. Peygamber devrinde dinar adı verilen altın para,
yaklaşık 4 gram ağırlığında
altından ibarettir. Böyle bir para ile altın zinet
eşyası alınmak istense, gerçekte altın altınla mübadele
edilmiş olur. Bu hesaba göre 60 gram altına eş değer
olan 15 dinara 40 gramlık bir bilezik alırsak, 20 gram
fazlalık faiz olur. Bunun aksine 10 dinara, 60 gram
ağırlığındaki bileziği satın almak da
aynı sonucu doğurur.
Hayber'in fethinden sonra Allah Rasûlüne ganimet
olarak getirilen boncuk ve altından oluşan bir
gerdanlığı Fudale b. Ubeyd 12 dinara satın
almıştı. Altınlarını ayırınca
yalnız bunların 12 dinardan fazla olduğunu gördü. Durumu
Allah Rasûlüne anlatılınca;" Altınlar
ayrılmadan satın alınmaz" buyurdu (Müslim,
Müsakat, 17).
Gümüşün para birimi dirhemdir. Bir dirhem yaklaşık
3,2 gram gümüş ihtiva eder. Gümüşten yapılan ziynet
eşyası ve benzerlerinin gümüş para
karşılığında satımı halinde de, altın
konusunda arzedilen sakıncalar ortaya çıkar, Muaviye devrinde
savaş ganimeti olan gümüş bir kap, bu kabın
ağırlığından farklı miktarda dirhem (gümüş
para) karşılığında satılmak istenince, bir
sahabi, Ubade b. Samit'in naklettiği altı ribevî madde
hadisini hatırlatmış ve satışın ancak
eşit ağırlıktaki gümüşler arasında
olabileceğini belirtmiştir (Müslim, Müsakat, 80; bkz.
İbn Mace, Mukaddime,II).
Altın veya gümüş paranın kendi
cinsleriyle mübadele edilirken peşin ve eşit
ağırlıkta olmasının istenmesi, paranın maden
değerinin (gerçek değeri) üstünde veya altında nominal
(izafi) bir değer kazanmasını engellemiştir. Yani para
ile, kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet
eşyaları arasında bir fiyat farkının
oluşmasını, başka bir deyimle, o devirlerde
enflasyonun oluşmasına İslam'ın faiz
yasağının engel teşkil ettiği söylenebilir.
Altın ve gümüş, biri diğeriyle,
peşin olmak şartıyla, farklı
ağırlıklarda mübadele edilebilir. Hz. Ömer, altı
ribevî madde hadisini naklettikten sonra şunu ilave etmiştir:
"Bu maddelerin birbirleriyle mübadelesinde, alıcı senden
eve girip çıkıncaya kadar mühlet istese bile verme. Çünkü
sizin için rama'dan, yani ribadan korkuyorum" (Malik, Muvatta',
Büyü', 33).
Hurmanın hurma ile mübadelesinde şu örnek
dikkat çekicidir. Bilal (r.a) Hz. Peygamber'e ikram etmek üzere iyi
cins hurma getirdi. Allah'ın elçisi bu hurmayı nereden
aldığını sorunca, Bilal şöyle dedi: "Bizde
adi bir hurma vardı. Nebî (s.a.s)'e yedirmek için, ben onun iki
ölçeğini bu iyi hurmanın bir ölçeğine
sattım". Bunun üzerine Allah'ın elçisi şöyle
buyurdu: Eyvah, eyvah! Ribanın ta kendisi, ribanın ta kendisi.
Bunu böyle yapma. Fakat hurma satın almak istersen, kendi
hurmanı başka bir satım akdi ile sat. Onun satış
bedeli ile istediğin hurmayı satın al" (Buhari,
Vekale,11). Buna göre, aynı cins misli mallar trampa edilecekse,
eşit olarak mübadele edilmeli, eğer kalite farkı gibi
nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna razı değillerse, mübadele
edilecek malların kıymeti para ile takdir edilerek
değişim yoluna gidilmelidir.
Böylece faiz yasağının
amacının, tarafların aldanmasını önlemek ve haksız
kazanca engel olmak noktasında toplandığı
anlaşılmaktadır.
İslam hukukçularının çoğunluğuna
göre, nakit para borçlarında, geri ödeme tarihine kadar paranın
satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi dikkate alınmaz.
Ancak İmam Ebû Yusuf altın veya gümüş para
dışındaki madenî paraların (felsler) satın alma
gücünde meydana gelebilecek değişmeler, borçların
ödenmesinde dikkate alınır. Satın alma gücünde ki düşme
veya yükselme halinde, borç satım akdinden doğmuşsa akit
tarihi; ödünç (karz) akdinden doğmuşsa kabz (teslim etme)
tarihi esas alınarak, madenî paranın altın veya gümüş
para karşılığı itibariyle ödeme yapılır.
Ebû Yusuf bu görüşüyle madenî paralarda enflasyon farkını
faiz olarak kabul etmemektedir. Ancak onun bu görüşü, kendi
devrindeki altın veya gümüş paradan doğan borçları
kapsamına almamaktadır. İbn Abidîn bu noktayı
özellikle belirtmiştir (İbn Abidîn, Reddül-Muhtar, IV, 24,
Resail, II, 63, 64; Tenbîhu'r-Ruküd ala Mesaili'n-Nuküd,
Mecmuatu'r-Resail, II, 52; el-Fetaval-Bezzaziye, (Hindiyye kenarında),
c. IV, 510).
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci
yarısında Osmanlı devletinde altın
karşılığı olarak banknot çıkarılmıştı.
Bunlar onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda bazı Avrupa
ülkelerinde çıkarılan şemsili kağıt
paraların benzeri ve devamı niteliğindedir. Onyedinci yüzyılda
İngiltere ve İsveçte resmî darphaneler kendilerine bırakılan
altın ve mücevherleri emanet olarak muhafaza ediyorlardı.
Ancak, devlet malî sıkıntılar yüzünden bu güveni
kötüye kullanınca, sarraflar teşkilatlandılar ve
halkın elindeki kıymetli eşyayı da saklamaya
başladılar. İşte sarrafların emanet
bırakanlara verdiği "Goldsmith's notes" denilen
makbuzlar, para yerine kullanılan ilk yazılı belgelerdir
(Feridun Ergin, İktisat, 560, 570).
Osmanlılarda, İbraz edildiklerinde altın
karşılığının ödeneceği taahhüt olunan
banknotlarla, karşılık gösterilen altın arasında
giderek satın alma gücü farkı meydana gelmiştir. Bu
durum, fels ve mağşuş paralarla altın ve gümüş
paralar arasında meydana gelen satın alma gücü farkı ile
aynı niteliktedir. Borçların banknotla ödenmesinde bu
enflasyon farkının ilave edilmesi faiz sayılmamıştır.
Mesela, 1879 M. tarihli bir kararnamede, borçlar kaime ile ödenirken,
450 kuruşluk kaime yerine bir yüzlük altın (1 altın
lira) veya borçları ödeme gününde, bir altın kaç kaime
ederse o kadar kaime ödenmesi emrolunmuştur. Günümüzde kağıt
para, önceki yüzyıllarda para fonksiyonu olan mübadele vasıtalarının
yerine geçen, devletin desteklediği ve halkın muamelelerde
kullanmasıyla tedavülünü örfleştirdiği bir para çeşidi
olmuştur. Bu yüzden altın, gümüş veya diğer madenî
paralara uygulanan faiz hükümleri kağıt paraları da
kapsamına alır. Ancak kağıt paralar piyasada, itibarî
(nominal) değerle dolaştıkları için, aynı
nitelikteki madenî (fels ve mağşûş para) paraların
benzeridir. Aralarındaki fark şudur: Ebû Yusuf'a göre,
tedavülden kalkması veya satın alma gücünde değişiklik
olması halinde felsin kıymeti, satım akdinde akit tarihi,
karzda teslim tarihindeki altın veya gümüş paranın
kıymeti üzerinden hesaplanmıştır. Bu, bir enflasyon
farkından çok, aynı anda tedavülde bulunan iki para arasında
"kur ayarlaması" olarak düşünülebilir.
Faizsiz Ekonomi
Faiz ve riba sözcükleri eş anlamlı olup,
İslam ekonomisinde bir terim olarak, mübadeleli akitlerde
taraflardan birisinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında
şart koşulan veya örfleşmiş bulunan fazlalık
anlamına gelir. Faiz; ölçü, tartı veya sayı ile
alınıp satılan standard (mislî) mallarda cereyan eder. Altın,
gümüş ve nakit para çeşitleri de buna dahildir. Kur'an-ı
Kerîm'deki riba ayetleri (er-Rum, 30/39; en-Nisa, 4/160-161;
el-Bakara, 2/275-279). Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu konudaki hadis ve
uygulamaları (Müslim, Musakat, 17, 80, 81, 102, Hac, 147; Ebu
Davud, Büyû, 19). İncelendiğinde faiz yasağının
haksız kazancı önlemek, paranın yalnız mübadele aracı
olarak kalmasını sağlamak, ödeme darlığı
çekenleri istismar ettirmemek, kamu ve özel sektöre daha sağlam
kredi imkanları sunmak, maliyetleri düşürmek ve paranın
satın alma gücünü korumak gibi sebeplere dayandığı
görülür.
Konu biraz açılacak olursa, şunlar söylenebilir:
Faizli kredilerde ana paranın faiziyle birlikte geri ödeme
taahhüdü, taraflardan birisini haksız kazançla karşı
karşıya getirir. Kredi kullananın zarar ettiği halde,
ana para ve faizi ödemek zorunda kalması veya bu kredi sayesinde yüksek
satın alma gücü elde ettiği halde bunun önceden miktarı
belirlenmiş küçük bir kısmını sermaye sahibine
ödemesi, rizikoyu tek yanlı hale getirir. Ubade b. es-Samit
(r.a)'den Allah Rasûlünün şöyle buyurduğu
nakledilmiştir: "Altın altınla, gümüş gümüşle,
buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma ile ve tuz tuz ile,
misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak mübadele edilir.
Cinsler farklı olursa, peşin olmak şartıyla,
istediğiniz gibi salış yapınız. Her kim fazla
verir veya alırsa riba muamelesi yapmış olur" (Müslim,
Musakat, 81; Ebû Davud, Büyü, 18; Tirmizi, Büyü, 23). İslam
hukukçularının çoğunluğu, bu hadiste zikredilen
altı maddeyi "örnek kabilinden" saymış;
maddelerin mislî oluşuna bakarak, ölçü veya tartı ile
alınıp satılan tüm malların mübadelesinde, cins
birliği olunca "fazlalık" ve "vadenin"; cins
farkı bulunduğunda ise, yalnız vadenin faiz olacağı
görüşünü benimsemiştir (el-Cassas, Ahkamül-Kur'an, II,
124). Sırf vade sebebiyle meydana gelen faize "nesîe ribası"
denir. Beş bin doların, üç ay sonra teslim alınacak on
bin mark'la değişimi halinde, bu çeşit riba söz konusu
olur. Para peşin mal veresiye bir akit olan selem, istisna ve mislî
malların faizsiz olarak karz-ı hasen verilmesi konunun
istisnalarıdır.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in yukarıda da
anlattığımız uygulamaları, faizi anlamada
yardımcı olabilir. Ashab-ı Kiramdan Fudale b. Ubeyd
(r.a) Hayber günü boncuk ve altın dizili bir
gerdanlığı 12 dinara (yaklaşık 48 gr. altın
para) satın almış, yalnız altınların 12
dinardan daha ağır olduklarını anlayınca, durumu
Hz. Peygamber (s.a.s)'e sormuştur. Bunun üzerine "Rasûlüllah
altın altına karşılık tartı iledir.
Altınlar ayrıca tartılmadıkça satın
alınmaz" buyurmuştur (Müslim, Musakat, 17). Muaviye
devrinde gümüş para ile gümüş ziynet
eşyasının, tartılarak eşit
ağırlıkta mübadele edildiği nakledilir (Müslim,
Musakat, 80). Bu duruma göre, mesela; 15 gram ağırlığındaki
bir bileziği 8 dinara satın alsak; gerçekte 32 gr. altın
parayla,15 gr. bilezik şeklindeki altını mübadele etmiş
oluruz. Böyle bir piyasada dinarlar ziynet eşyasının çok
değer kazanması sebebiyle sarraflarca eritilerek ziynete dönüşür.
Bunun aksine 32 gr. ağırlığındaki bir
bileziği 4 dinara satın alsak, gerçekte bu bileziği 16 gr.
altın para ile değişmiş oluruz ki, böyle bir piyasada
altın ziynet eşyaları da darphanede eritilerek dinara dönüşür.
Asr-ı saadette altın veya gümüş paranın kendi
cinsleriyle mübadele edilirken peşin ve eşit
ağırlıkta olmasının şart
koşulması, paranın maden değerinin üstünde veya altında
nominal (itibarî) değer kazanmasını engellemiştir.
Yani para ile kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş
ziynet eşyası arasında bir satın alma gücü farkının
oluşmasına, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun
oluşmasına İslam'ın faiz yasağının
engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz.
Faiz, ekonominin olmazsa olmaz bir rüknü değildir.
Ekonomik faaliyetlerin faizsiz bir sistem içinde daha sağlıklı
bir biçimde yürütülmesi mümkündür. Ancak bu yapının
oluşabilmesi için, sistem bazında aşağıdaki
noktalara ağırlık verilmesi gerekir.
1) Paranın satın alma gücünün sağlam
bir esasa bağlanması. Günümüz dünya ekonomilerinde kağıt
para kabul görmüş örfi bir paradır. J. Dobretsberger,
Mısır'da M.Ö. 1600 yıllarında banknot tedavül
edildiğinin belirlendiğini söyler. İktisat tarihçilerinin
sözünü ettiği bu uygulama (Feridun Ergin, İktisat,
İstanbul 1964, 569), Hz. Yusuf (a.s.)'un Mısır merkez olmak
üzere Orta Doğu yöresinde uyguladığı, çeyrek yüzyılı
içine alan bir dizi ekonomik tedbirlerin bir parçasıdır. O,
yedi yıllık bolluk yıllarında halkın elindeki
ihtiyaç fazlası hububatı ve tasarrufları devlet hazine ve
depolarına emanet olarak almış, sahiplerine emanet bıraktıkları
şeylerin cins ve miktarını belirten birer makbuz
vermiştir. Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı
cins ve miktardaki altın, gümüş veya hububatı
dilediği zaman çekebilirdi. Ticaretle uğraşanlar hamiline
yazılı olan bu makbuzları mal ve para yerine kabul
ediyorlardı. Hatta belgeler Fenike ve Mezopotamya'ya kadar yayılmıştı.
Temelde vahye dayanan bu uygulamada kağıt banknotun
arkasında mislî (standard) eşyanın bulunduğu açıktır
(Yusuf, 12/ 10; Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul
1960, IV, 2861).
Kağıt paranın 16. yüzyıldan
itibaren Avrupa'da, 19. yüzyıldan itibaren ise Osmanlılarda
ortaya çıkışı ve gelişme süreci, daima altına
göre olmuş ve satın alma gücünü altından
almıştır. Durum böyle olunca, altınla ilgili hükümleri,
onu temsil eden kağıt paraya uygulamada tereddüt edilmemiştir.
Günümüz ekonomisinde kağıt para veya benzeri menkul
kıymetlerin altın başta olmak üzere bazı misli
eşyaya bağlanması, satın alma gücünü temsil ettiği
mislî maldan alan sağlam bir para anlayışını
ortaya çıkarabilir. Enflasyona karşı kendisini koruyabilen
böyle bir para, karz, kredi ve sermaye birikimi için daha elverişli
hale gelir.
2) Karz-ı hasen'e işlerlik kazandırmak.
Allah (c.c.) ihtiyaç sahiplerine ödünç para vereni övmüş,
ahirette ona kat kat ecir verileceğini bildirmiştir (el-Hadid,
57/11).
Diğer yandan, hadis-i şeriflerde; iki defa
ödünç verenin bir defa tasaddukta bulunmuş
sayılacağı (Şevkanî, Neylül-evtar, V, 229). Bir
sadakaya on katı, karz-ı hasene ise on sekiz katı ecir
verileceği nakledilmiştir (İbn Mace, Sadakat, 19).
İslam'da faizsiz ödünç para verme yoluyla kısa
vadeli ve küçük kredileri temin etmek mümkündür. Ticari olmayan
ihtiyaçlar, dar ve sabit gelirlilerin kısa süreli para sıkıntıları
ve yine esnaf ve tüccarın geçici ve kısa süreli ekonomik
finansmanları bu yolla karşılanabilir. Günümüzde çek ve
senetlerin ödenmesinde veya protesto olan senet bedellerinin karşılanmasında
tüccar sık sık kısa süreli, kimi zaman birkaç saatlik
kredilere ihtiyaç duyar. Bu gibi kısa süreli ihtiyaçların
hısımlar, esnaf, tüccar ve komşular arasında
çözümlenmesi ve bundan maddî bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı
bir çözümdür. Bu uygulama müslümanları birbirine
yaklaştırır, iyilik yapma duygularını güçlendirir,
ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevabı
kazanırlar.
Kısa vadeli küçük kredilerin daha düzenli ve
faizsiz olarak temini için, "yardımlaşma
sandıkları"da oluşturulabilir. Bu sandığa
her ay belli aidat ödenerek, ihtiyaç olduğunda biriken primlerin
birkaç katına kadar kredi alınması ve bunun anlaşma
şartlarına göre geri ödenmesi mümkündür. Diğer yandan
böyle bir sandık ticaret ortaklığı olarak düzenlenirse,
kullanılmayan krediler işletilir ve daha büyük krediler sağlama
imkanları meydana getirilebilir. Sandık, ortaklarının
çek ve senet tahsillerini yapar, vadesiz mevduatlarına da sahip çıkabilirse,
küçük çapta banka işlemleri bu çerçevede ve faizsiz olarak
çözülebilir.
İslam'da özel sektörün uzun vadeli ve büyük
kredi ihtiyaçları için "kar-zarar ortaklığı"
esası getirilmiştir. Mudaraba ve muşaraka bunlar arasında
sayılabilir. Kredinin süresi ve hacmi büyüdükçe, bunu karz-ı
hasen ölçüleri işinde çözmek mümkün olmaz.
3) Mudaraba ortaklığı. Bir ortak
sermayeyi, diğeri emeğini ortaya koyarak şirket
kurabilirler. Buna mudaraba denir. İslam'da mudaraba, özel
sektörün uzun veya kısa vadeli her çeşit kredi
ihtiyacını karşılamak için elverişli bir
ortaklık çeşididir. Elinde büyük sermaye birikimi olan
birçok kimseler bunu işletmek, bir ticaret işinde kullanmak
ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı
elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez.
Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın bir
çok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete
atılamaz. İşte, mudaraba, birbirine muhtaç olan bu iki
unsuru bir araya getirir. Ve iki taraf da bundan karlı çıkar.
Böylece toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan
kabiliyetler değerlenmiş olur. Bu çeşit ortaklık
itimada dayanır. İşi yürütmeyi üzerine alan ortak
güvene layık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş
adamları meydana gelebilir. İşletmeci (mudarib), emeğinin
karşılığı olarak net karın sözleşmede
belirlenen yüzdesini alır. Bu kara mahsûben avans olarak maaş
da alabilir. Hesap dönemi sonunda zarar ortaya çıkarsa, bu
yalnız sermaye sahibine aittir. Zarar, önce kardan karşılanır.
Kar yeterli olmazsa ana paradan ödeme yapılır. Bu takdirde
işletmeci herhangi bir şey alamaz. Kasıt ve kusuru
bulunmadıkça işletmeci zarardan sorumlu tutulmaz. Zarar
halinde, sermaye sahibi sermayesinin tamamını veya bir bölümünü
kaybederken işletmeci de emeğinin
karşılığını alamamaktadır (es-Serahsi,
el-Mebsût, XXII,19, 98; el-Kasanî, Bedayius-Sanayi', VI, 87, 98;
İbnül-Hümam, a.g.e., V, 58, 70 vd.; İbn Rüşt, Bidayetül-Müctehid,
II, 204).
Mudarabe ortaklığının bir
başka önemli yönü de, ortaklığın yürütülmesinde
işletmeciye tanınan esnekliklerdir. İşletmeci,
kendisine verilen sermayeyi işletmek üzere üçüncü
şahıslarla yeni ve ayrı mudaraba ortaklıklarına
girebilmekte, hatta bu ortaklıklar çok sayıda olabilmekte ve
bunların sayısına bir sınırlama
getirilmemektedir. Mudarabanın bu özelliği, İslam bankacılığının
esasını oluşturur. Sermaye sahibine veya sahiplerine ilk
işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati zedelenmez.
Belki daha iyi işletme yüzünden kar marjı artabilir.
İşletmecinin yaptığı işi, daha düzenli ve
geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa; tasarruf sahiplerinin
mevduatını ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği,
dürüst ve yetenekli alt işletmeci (mudarib)leri bulmada aracılık
ettiği için, ilk mudaraba anlaşmasında belirlenen
işletme karını almaya hak kazanır. Faizsiz kredi
kullandıran böyle bir finans kuruluşu, mevduat sahiplerine daha
fazla kar verebilmek için gereken ihtimamı gösterir. Aksi halde
kar miktarının belirsiz oluşunun yaratacağı
olumsuz etki kendisini gösterir.
4) Muşaraka (inan) ortaklığı.
İki ve daha çok kişinin ticaret yapmak, elde edecekleri karı
paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır.
Tasarrufların doğrudan yatırımlara ve ekonomik
faaliyetlere sevki, sanayi, ticaret ve tarım kesiminde sermaye
birikimi oluşturulması, muşaraka yoluyla mümkündür.
Burada her ortak şirkete belli miktar sermaye veya hem sermaye, hem
de emeği ile ortak olur. Net karın paylaşılması
serbest sözleşme ile olur. Zarara katlanma ise sermaye
oranlarına göredir.
Muşaraka'da ilk ana para mala dönüştükten
sonra, ortakların hakları şirketin mal
varlığı üzerinde kuruluştaki hisse oranlarına göre
devam eder. Hesap dönemi sonlarında dağıtılmayan veya
kısmen dağıtılan karlar veya enflasyon gibi
sebeplerle şirketin mal varlığının büyümesi,
ortakların hisselerinin de büyümesi anlamına gelir. Bu
fazlalığın hisse senetlerine yansıtılması
gerekir. Mesela;100 kişi, her biri 1 milyon TL. koyarak bir ticaret
şirketi kursalar; 5 yıl sonra şirketin mal
varlığı yeniden değerleme sonucu 3 milyar Tl.na yükselmiş
bulunsa, her ortağın hissesi mal üzerinden 30 katına, yani
30 milyona çıkmış olur. Eski hisse senetlerinin 30 milyon
yazan yenileri ile değiştirilmesi gerekir. Böyle bir
şirketten bir ortak ayrılmak isteyince, mallar bölünebilir
cinstense, malın % 1'ini alır veya ortağın hissesi
şirketçe ödenerek geri kalan ortakların hisselerine eklenir.
Ya da bu hisse pazarlık yoluyla üçüncü bir şahsa
satılabilir (es-Serahsî, a.g.e., 151; el-Kasanî, a.g.e., VI,
57-62; İbn Kudame, el-Muğnî, V, 27).
İslam'da, bir şirket
yatırımlarını büyütmek isterse, mudaraba veya muşaraka
esasına göre, kısa veya uzun vadeli bütün kredi ihtiyaçlarını
doğrudan tasarruf sahiplerine başvurmak suretiyle
karşılayabilir. Ancak yeni hisse senedi çıkarıldığında,
eski hisse senetlerini yeniden değerlemeye tabi tutarak şirketin
o tarihteki mal varlığını eski senetlere
yansıtmak gerekir. Aksi halde daha önceki yıllarda
dağıtılmayan karlara yeni hissedarlar da ortak yapılmış
olur.
Bu gün ülkemizde anonim şirketlerin çeyrek yüz
yıl önce, o günün kıymetlerine göre çıkarılmış
hisse senetleri halkın elinde bulunmaktadır. Yıllarca
tamamen veya kısmen dağıtılmayan karlar, kullanılan
krediler ve enflasyonlar yüzünden, şirket mal
varlığındaki gerçek karşılığı
bazan 150-200 katını aşan bir hisse senedinin 3-5 misli
nominal bir değerle alıcı bulması çözüm için
yeterli değildir. Şirketlerin mal varlıkları yeniden
değerlemeye tabi tutularak, ellerinde o şirketin hisse senedi
olanlara yeni değerler üzerinden hisseleri verilmelidir. Üzerinde
bir milyon yazan, fakat ticaret şirketindeki mal
karşılığı elli katına çıkmış
bulunan bir senedi 3 milyon nominal değerle satan ortağın,
gerçekte 50 milyona yakın bir satın alma gücünü 47 milyon
TL. eksiğine devrettiği halde, %300 karla sattığını
düşünmesi, ekonomik gerçeklerle çelişmektedir.
Diğer yandan İslam ekonomisinde altın,
gümüş ve öteki mislî mallar şirket sermayesi olarak
belirlenebilir. Hatta bazı müctehidler fels adı verilen ve
maden değeri dışında nominal (itibarî) bir değerle
dolaşan madenî paraların (altın ve gümüş para
dışında) şirketlerde ana para
olamayacağını söylemişlerdir. Osmanlılarda 1464
M. tarihinden itibaren kurulmaya başlayan para vakıflarında
altın ve gümüş para mudarabe veya bidaa (karın
tamamı vakfa ait olmak üzere vakıf parasını
işletmek) yoluyla esnaf ve tüccar için önemli finansman kaynağı
olmuştur. Hatta buğday, arpa vb. diğer mistî mallar da
vakfedilmiş, bunlar altın veya gümüş paraya çevrildikten
sonra, yine finans ihtiyacı olanlara mudaraba veya bidaa yoluyla
kredi olarak verilmiştir. Vakıf, anaparayı bu şekilde
kredi olarak kullandırmaya devam eder ve elde edilen kardan vakfın
hissesini, vakfedilen cihete harcardı (el-Mavsılî, el-İhtiyar,
III, 14, 15; İbn Abidin, Reddül-Muhtar, Tercüme, A. Davudoğlu,
İstanbul 1983, IX, 278, 279).
Kredi kaynaklarından başka, devlet bütçesinin
yatırımcılara kullandıracağı krediler, borçlarını
ödeme güçlüğü çekenlere zekat fonunun desteği, ziraat
ortakçılığı esasına göre dağıtılacak
tarım kredileri de sayılabilir.
Buna göre İslam ekonomisi her konuda olduğu
gibi ekonomik problemlere gerçekçi çözümler getirmiştir. Bu
sistemde, tasarruf sahipleriyle müteşebbisler doğrudan temas
halindedir. Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır,
sermaye sahiplerini gerçek mal varlığına ortak yapar ve
gerçek karı paylaşmaya, ya da ortakların ana
paralarına eklemeye razı olursa, kredi problemine faizsiz
çözüm yolu bulmak mümkündür. Günümüzde faizli kredi
maliyetlerinin %100'ü aştığı bilinmektedir. Müteşebbisler
bu kredileri ürettikleri malın maliyetine yansıttıkları
için, faiz, eşya fiyatlarının normalin üzerinde
yükselmesine sebep olmaktadır. Böyle bir kredi, çıkarılacak
kar-zarar tahvilleriyle, mudaraba veya muşaraka ölçüleri
içinde kullanıldığında ise, üretim maliyetleri
önemli ölçüde düşer. Taraflar ve toplum meşrû ticaretin
bereket ve semeresini hissetmeye başlar.
Toplumun ihtiyaç maddelerini üretip dağıtanlar
ve ekonomik faaliyetleri dürüst olarak yürütenler Allah Rasûlünün
diliyle şöyle öğülmüştür:
"Bir kimse gıda maddelerini (toplumun
ihtiyacı olan şeyleri) toplayıp günün rayiç fiyatı
ile satsa, sanki bunları yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine tasadduk
etmiş gibi ecir alır" (İbn Mace, Ruhün, 16);
"Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren, harama el
uzatmayan veznedar, Allah rızası için sadaka verenin ecrini alır.
" Yani harcaması ve transferi kendisine emanet edilen bütün
paraları yolsuzluk yapmaksızın hak sahiplerine
ulaştırdıkça sanki onları yoksullara
dağıtmış gibi sevap kazanır" (Buharî,
Zekat, 25).
Hamdi DÖNDÜREN