Rum Suresi
Rum suresi
Kur'an-ı Kerim'in otuzuncu suresi.
Altmış ayet, sekiz yüz on dokuz kelime, üç bin beş yüz
on dört harften ibarettir. Fasılası, mim, nun ve vav
harfleridir. Mekkî surelerden olup, İnşikak suresinden sonra
nazil olmuştur. Adını ikinci ayetinde geçen,
"Rum" kelimesinden almaktadır. Sürenin ilk ayetleri
Bizansla İran arasında meydana gelen savaşların tevhid
ve putperestlikle ilişkilendirilmesi çerçevesinde nazil olmuştur.
Bu ayetler, M. 615 yılında Rumların İranlılara
yenildiği sırada indirilmiştir ki bu yıl,
Habeşistan'a hicret edilen yıla tekabül etmektedir. Bu sırada
Mekke müşrikleri İslam tebliğinin yayılması ve
kendi putperest tağûtî düzenlerinin ortadan kaldırılmasına
yönelik faaliyetlerin yok edilmesini sağlayabilmek için, iman etmiş
kimselere karşı yoğun ve acımasız bir
saldırı politikası izliyorlardı. Putperest
İranlıların hristiyan Bizans'a karşı
kazanmış olduğu zaferi kendi zaferleri olarak
değerlendiren Mekkeli müşrikler, müslümanlara; "İşte
görüyorsunuz ateşperest İranlılar zafer kazanıyor ve
peygamberliğe inanan Hristiyanları mahvediyorlar. Aynı
şekilde biz de sizi yok edeceğiz ve kendisine çağırdığınız
din ortadan kalkacaktır" demekteydiler. Allah Teala, meselenin
hiç de onların zannettikleri gibi olmadığını ve
yakın zamanda durumun tersine döneceğini ve putperestlerin büyük
bir yenilgiye uğrayacaklarını gaybî bir haber olarak
onlara bildirmiştir. Müslümanların hiç bir maddî güce sahip
olmadıkları ve yaşamlarını sürdürebilmek için
başka diyarlara göç etmek zorunda kaldıkları bir zamanda
ve Rumların bir daha toparlanamayacaklarının düşünüldüğü
bir ortamda Allah Teala; "Rumlar, size en yakın bir yerde
yenildiler. Onlar bu yenilgiden kısa bir süre sonra zafere ulaşacaklardır.
Eninde sonunda emir Allah'ındır. O gün mü'minler, Allahın
yardımıyla sevineceklerdir" (2-4) buyurmaktadır. Ayet
iman edenlere iki zaferi müjdeliyordu. Bunlardan biri Rumların,
diğeri de müslümanların kazanacakları zaferdi. Ancak bu,
o günkü duruma göre imkansız gibi gözüküyordu. Bu ayetler
nazil olduğu zaman müşrikler bunlarla alay ettiler ve Ubey b.
Halef; Ebu Bekir (r.a)'a "Arkadaşın bir kaç sene sonra
Rumların galip geleceğini hayal ediyor. Sen bu konuda bizimle
bahse girer misin?" dedi. Hz. Ebu Bekir bunu kabul ederek üç sene
içinde Rumların zafer kazanması şartıyla on deve
üzerinde bahse girdi. Rasulullah (s.a.s) bunu öğrenince, sürenin
on yıla deve sayısının ise yüze çıkarılmasını
istedi. Karşı taraf bunu kabul etti (müfessirler bu olayın,
kumarın haram kılınışından önce cereyan
ettiğini bildirmektedirler). On sene dolmadan, Rumlar yapılan
savaşta İranlıları kesin bir mağlubiyete
uğratmışlardı. Bu olayın, daha önceden, Allah
tarafından haber verilmiş olması, birçok insanın
İslam'ı kabul etmesine sebep olmuştu (bk. Kurtubi, el-Cami'
li Ahkami'l-Kur'an, Beyrut (t.y), XIV, 10 vd.).
Bu olay, kafirlerin yeryüzünün neresinde olursa
olsun, inanan insanlara karşı diğer müşriklerin
başarılarına sevinecekleri ve bunu kendi zaferleri kabul
edeceklerini ortaya koymaktadır. Bu durum iman eden kimseler için de
aynıdır.
Allah Teala, insanların cereyan eden
olayları değerlendirirken, ulaşabildikleri yüzeysel
bilgilere göre sonuçlar çıkardıklarını, onları
meydana getiren gücü hesaba katmadıklarını ortaya
koymaktadır. İşte insanın sadece bu şekilde yüzeysel
olanı görme alışkanlığı, geleceğini
etkileyecek kararlar verirken yanlış hareket etmesine sebep
olmaktadır. Allah Teala "Bunu Allah vadetmiştir. Allah
vadinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar dünya
hayatının sadece dış yüzünü bilirler. Onlar
ahiretten tamamen gafildirler" (6-7) buyurarak, bu gerçeği
dile getirmektedir.
Bu şekilde bir girişten sonra, ahiret hayatının
hem mümkün olduğu ve hem de bu dünya yaşamını düzene
koyarken bu ikinci hayatı hesaba katmanın gerekliliği
değişik şekillerde işlenerek ele
alınmaktadır. İnkarcılara, yeryüzünde dolaşıp,
kendileri gibi İslam'a karşı direnen toplumların
akıbetlerinin ne olduğunu nasıl olur da görmedikleri
dolaylı bir anlatımla sorulduktan sonra, her şeyin gerçek
ve tek hakiminin Allah Teala olduğu ve hiç kimsenin O'nun
kanunlarının dışına çıkmaya güç
yetiremeyeceği, yaradılış, ölüm ve sonrası
zikredilerek ortaya konmaktadır:
Allah ilkin yaratır, sonra onu tekrar eder. En
sonunda hepiniz O'na döndürüleceksiniz" (11).
Kıyametin koptuğu gün, kafirler,
şaşırmış olarak bütün ümitlerini yitirecek,
daha önce çağrıldıkları şeyin gerçekliğini
kavrayacaklardır. Ancak bu onlara bir fayda vermeyecektir. O gün
mü'minlerle kafirler iki grup halinde bir birinden ayrılacaktır:
"İman edip salih amel işleyenler, işte onlar, Cennette
nimetlendirilip, mesrur olurlar" (15).
İnkar edenler ise; "İşte onlar
Cehennem azabına getirilirler" (16).
Allah Teala, ahiretle alakalı bu gerçekleri
dile getirdikten sonra, rahmetinin bir tezahürü olarak insanlara kurtuluş
yolunu göstermektedir: "O halde akşama girerken de, sabaha
ererken de Allah'ı tenzih edin, namaz kılın" (17). Bu
kurtuluş yolu dinin temel unsurunu oluşturan namaz
kılmaktır.
Daha sonra, Allah Teala'nın, ölü varlıklardan
canlı varlıklar halketmesi ve insanı topraktan
yaratmış olmasının, O'nun
varlığının delillerinden olduğu zikredilmekte ve
insanların iki cins halinde birbirine ısınan varlıklar
olarak eşler şeklinde yaratılmasının, düşünen
insanlar için ibretlerle dolu olduğu bildirilmektedir. Peşinden
insanlara verilen değişik ve eşsiz nimetler dile
getirilerek Allah Teala'nın ibadet edilmeye layık tek ilah
olduğu gözler önüne serilmektedir. Evrende var olan her şey
O'nundur. Ve bu varlıktan hiç bir şey O'nun emri
dışına çıkmaya muktedir değildir:
"Göklerde ve yerde bulunan kimseler ancak
O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmektedir" (28).
Tekrar, yaratıcı ve öldükten sonra tekrar
hayat verici oluşu zikredilerek Allah Teala'nın,
insanları hidayete erdirmek için bizzat kendilerinden misaller verdiği
anlatılmakta ve aklını kullanabilen kimselerin bu açıklamalar
karşısında iman etmeleri gerektiği bildirilmektedir.
İşlediği zulmünden dolayı Allah Teala'nın
hidayete layık görmediği bir kimseyi, doğru yola iletmeye
ise kimsenin gücü yetmez: "Allah'ın
saptırdığını kim hidayete erdirebilir.
Onların yardımcıları da yoktur" (29).
Bütün bu gerçekler açıklandıktan sonra
Allah Teala, Peygamber ve peygamberlere uyanlara, onları hidayet
üzere sürekli kılacak bir emir yöneltmektedir.
"Öyle ise sen Hakka yönelerek, kendini Allah'ın
insanlara yaratılıştan verdiği dine ver. Allah'ın
yaratışında değişme yoktur. İşte
dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler"
(30).
Dinin gerçekliğini tam anlamıyla
kavrayamamış olan kimseler bir musibet anında Rablerine yönelirler
ve O'ndan yardım dilerler. Ancak, bu durum onların üzerinden
kaldırıldığı ve nimetlere kavuştukları
zaman kaynağını unutup, gaflet içerisinde nankörlük
ederek Allah'ın dinine tabi olmaktan yüz çevirirler:
"İnsanlara bir zarar dokundu mu yalnızca
O'na yönelerek Rablerine yalvarırlar. Sonra onlara katından bir
rahmet tattırınca bakarsınız ki içlerinden bir grup
Rablerine şirk koşup durmaktadır" (33).
Allah Teala, her şeyin yaratıcısı
olduğunu ve canlıları dilediği gibi
rızıklandırdığını ve bunda büyük
hikmetlerin bulunduğunu zikrederek, zenginlik ve fakirliğin gerçekte
kendisinin takdir ettiği bir olay olduğunu; "Allahın
dilediğine rızkını genişlettiğini ve
dilediğininkini de daralttığını görmezler mi?
Şüphesiz ki bunda, iman eden bir kavim için nice ibretler vardır"
(37) ifadesiyle insanlara tebliğ etmektedir. Peşinden gelen
ayet, kendisine bolca rızık verilmiş kimselerin,
ihtiyacı sahibi zümreleri gözetmeleri ve ellerindeki
zenginliklerden onları istifade ettirmeleri gerektiğini
bildirmekte ve bunun isteğe bağlı bir davranış
olmayıp bir hak olduğunu ortaya koymaktadır:
"O halde akrabaya, yoksula ve yolcuya
hakkını ver. Allah'ın rızasını kazanmak
isteyenler için bu daha hayırlıdır. İşte onlar
kurtuluşa erenlerdir" (38).
Sûre, faizin malları çoğaltmadığı;
zekatın ise bir bereket kaynağı olduğunu
vurguladıktan sonra; tekrar inkarcıların durumunu ele
almaktadır. Onlara içinde bulundukları durumlarının
farkına varmaları için, insan gücünün ötesinde, Allah
Teala'nın kudretini sergileyen bazı tabiat olayları ve geçmiş
sapkın kavimlerin yalanlamaları
karşılığında cezalandırılmaları
hatırlatılmaktadır.
Allah Teala; "Allah'ın rahmetinin izlerine
bir bak; ölümünden sonra yeryüzüne nasıl hayat veriyor! Şüphesiz
O, ölüleri de böyle diriltecektir. O, her şeve kadirdir" (50)
buyurarak, ilahî gerçekliğin bütün yönleriyle insan oğlunun
gözleri önünde sergilendiğini bildirmekte ve bütün bunlara rağmen
inkarda diretenleri, "ölüler" ve "sağırlar"
olarak nitelendirmektedir. Allah Teala'nın, hak olduğunda
şüphe olmayan çağrısına ancak kendisinde bir hayat
eseri kalmamış olan kalpler cevap veremez ve yine bu çağrıyı
ancak sağır olanlar idrak edemez. Rasûlüllah (s.a.s)'in
şahsında, tebliğ için büyük bir gayret içerisinde
didinip duran, fakat buna rağmen insanların İslam'dan yüz
çevirdiklerini gören ve buna çok üzülen İslam davetçilerine,
kafirlerin durumu (Ey Peygamber) sen, ölülere işittiremezsin,
arkalarını dönüp giden sağırlara da" (53)
buyruğuyla anlatılmaktadır.
Her şeye rağmen müslümanlar, dinlerini
hakim kılmak için sabır ve sebat içerisinde mücadele etmeye
devam etmelidir. Çünkü Allah Teala, yine Peygamber (s.a.s)'in
şahsında bütün mü'minlere yönelik bir hitab ile; (Ey
Muhammed), sabret! Şüphesiz Allah'ın va'di haktır.
İmanında samimi olmayan sakın seni üzüntüye düşürmesin"
(60) buyurmaktadır.
Ömer TELLİOĞLU
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.