Saltanat
Saltanat
Devlet, hükümet, hakimiyet, otorite; ihtişam,
tantana, debdebe, bolluk, zenginlik; tek kişinin bölünmez
hakimiyeti ve bu hakimiyetin babadan oğula geçişi ilkesine
dayanan yönetim biçimini ifade eden siyaset bilimi terimi. Hükümdarlık,
sultanlık, padişahlık, krallık ve monarşi gibi
isimlerle de anılan saltanat, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve
Osmanlılar dönemleri boyunca İslam tarihinde görülen başlıca
yönetim biçimi oldu. Günümüzde de Suudi Arabistan ve Ürdün gibi
halkı Müslüman ülkelerde varlığını sürdürmektedir.
Yüzyıllar boyunca hükümdarların aynı
zamanda "halife" ünvanını taşımaları,
saltanat yönetimiyle hilafet yönetiminin birlikte düşünülmesine,
birbirine karıştırılmasına, hatta saltanatın
İslamî bir yönetim biçimi olarak kabul edilmesine neden oldu.
Oysa saltanat yönetimi ile İslam'ın ön gördüğü
yönetim biçimi arasında nitelikleri, amaçları ve oluşumu
bakımından çok temel ayrılıklar, hatta zıtlıklar
vardır.
İslam'ın yönetim anlayışı,
evren hakkında ortaya koyduğu temel düşünceye dayanır.
Buna göre tüm evrenin yaratıcısı Allah'tır
(el-Bakara, 2/29, en-Nisa, 4/1, el-En am, 6/73, er-Ra'd,13/16, el-Furkan,
25/3, vakıa, 56/58-72). Allah, tüm yaratılmışların
rabbi, kanun koyucusu ve yöneticisidir (el-Araf, 7/54, Taha, 20/8,
er-Rum, 30/26, es-Secde, 32/5). Evrende Allah'tan başka ne hakim bir
güç, ne de bu hakimiyeti paylaşan bir güç vardır (el-Bakara,
2/107, Alu İmran, 3/154, el-En'am, 6/57, en-Nahl, 16/17, el-Kasas,
28/26-70, el-Furkan, 25/2, er-Rum, 30/4, Fatır, 35/40-41, Hadid,
57/5). O'nun iyilik etmek istediğine hiç kimse zarar veremez; zarar
vermeyi istediğini de hiç kimse koruyamaz. O, hiç kimseye karşı
sorumlu değildir; buna karşılık tüm yaratıklar
O'na karşı sorumludurlar. Tüm yöneticiler üzerinde mutlak
yönetme gücüne sahiptir. Sahibi olduğu dünyada kimin hakim olmasını
isterse ona bu fırsatı verir; dilediğini de mahrum eder.
Mutlak hakimin sahip olması zorunlu özellikler, yalnızca
Allah'a mahsustur (el-Bakara, 2/225, 284, Alu İmran, 3/26, 83,
el-Maide, 5/l, el-En'am, 6/18, el-A'raf, 7/128, Yunus, 10/65,107, er-Ra d,
13/9,141, el-Kehf, 18/11, 26-27; el-Enbiya, 21/23, el-Müminun, 23/88,
Yasin, 36/83, el-Mülk, 68/1, Cin, 72/22, Buruc, 85/13-15, Tin,95/8).
Evren için konulan kurallar insan için de
geçerlidir. İnsanla ilgili tüm meselelerde de tek yetki ve güç
sahibi Allah'tır. İnsanlar Allah'tan bağımsız
olarak karar verme, kanun koyma yetkisine sahip değildirler. Ancak
evrenden farklı olarak insana nisbi bir özgürlük tanınmış,
evrenin zorunlu olarak uyduğu kanunlara kendi iradesiyle uyması
istenmiş, zorlama yoluna gidilmemiştir. Buna
karşılık insanın önüne ilahi kitaplar aracılığıyla
evrenin Rabbi'nin insanın da Rabb'i olduğunu, kanun koyma
yetkisinin sadece Allah'a ait bulunduğunu, bu nedenle insanın
yalnız O'na itaat etmesi gerektiğini; tek yaratıcı
olduğu için düzenleme, yönetme ve hükmetme yetkisinin Allah'a ait
olduğunu, gerçeği yalnız O bildiği için Allah'ın
tek doğru yolu gösterici, ön gördüğü sistem ve yönetim
biçiminin de tek doğru ve adil düzen olduğunu gösteren bilgi
ve kanıtlar serilmiştir (el-En'am, 6/164, el-A'raf, 7/54,
Yunus,10/31, en-Nas, 114/1-3, Alu İmran, 3/154, Yusuf, 12/40,
eş-Şura, 42/ 10, el-Maide, 5/38-40, el-Bakara, 2/216, 220, 255,
en-Nisa, 4/11,176, el-Enfal, 8/75, et-Tevbe, 9/60, en-Nur, 26/58, 59, el-Mümtehine,
60/107).
Evren ve insanla ilgili bu temel düşüncenin
sonucu olarak İslamî yönetim biçiminin temel ilkesi şöyle
belirlenir: Hakimiyet kayıtsız şartsız
Allah'ındır. Allah'ın koyduğu kanunlar herşeyin
üstündedir. İnsan samimi olarak bu kanunlara itaat etmelidir.
Allah'ın kanunlarına aykırı olarak ne başka bir
kanun ve kurala, ne de bir insan ya da kuruma boyun eğilebilir
(el-Araf, 7/3, er-Ra'd, 13/37, en-Nahl,16/36, ez-Zümer, 39/2,11, 22,
el-Mümin, 40/18). Allah'ın kanunlarıyla çelişen emir ve
kurallar yalnızca yanlış ve gayri meşru değil;
aynı zamanda Allah'ın hakkının ihlali ve küfürdür
(el-Bakara, 2/229, el-Mücadele, 58/4, et-Talak, 65/1). Bununla birlikte
Allah'ın herhangi bir şey söylemediği, herhangi bir hüküm
vermediği konularda yasama organının İslam'ın
genel ilkeleri doğrultusunda toplumun ihtiyaçlarını
karşılayacak kanunlar çıkarması yolu açıktır.
Kur'an'a göre Allah'ın kanunlarının hakimiyeti
ilkesine göre düzenlenen yönetim, hükümranlık hakkından
Allah'ın emirleri lehine feragat etmiş bir yönetimdir.
Merkezinde halifelik kurumunun yer aldığı bu yönetimin başında
bulunan kişi Allah'ın kanunlarını uygulamakla yükümlüdür.
Halife bu göreve getirilişini ve yetkilerini ümmetin seçimine
borçludur. Bu düzen içinde yönetim yetkisi belli bir sınıf,
aşiret ya da kişiye ait bir ayrıcalık değildir.
Gerçek anlamda iman etmiş, yerine getirmekle yükümlü olduğu
görevleri bilen, dürüst, güvenilir, takva sahibi ve erdemli herhangi
bir müslüman bu göreve getirilebilir. Zalim, şehvet düşkünü,
nankör, ilahi sınırlara riayet etmeyen, bilgisiz, akıl ve
ruh sağlığı bozuk, bedence özürlü kişiler yönetim
sorumluluğunu üstlenemezler (Alu İmran, 3/118, en-Nisa, 4/5,
59, 83, et-Tevbe, 9/16, el-Bakara, 2/124, 247; el-Kehf, 18/28,
eş-Şuara, 26/151-152, Sad, 38/28, Hucurat, 49/13, Yusuf, 12/55,
ez-Zümer, 39/9).
Kur'an'a göre İslam devletinin başlıca
iki amacı vardır. Bunlardan ilki insanlar arasında adaleti
sağlamak (el-Hadid, 57/25); ikincisi de ülke kaynaklarının
halkın yararına kullanılmasını temin etmektir.
Halkın yararına olan iyi; zararına olan şeyler kötüdür
(el-Hac, 22/41). Devletin başlıca görevi de ister müslim,
ister gayri müslim olsun, tüm vatandaşların temel insan hak ve
özgürlüklerini güvence altına almaktır. Bunların önde
gelenleri can güvenliği (el-İsra, 17/23), mal güvenliği
(el-Bakara, 2/188, en-Nisa, 4/29), özel hayatın mahremiyeti (en-Nur,
24/27, el-Hucurat, 49/12), namus ve şerefin
dokunulmazlığı (el-Hucurat, 49/11,12), zulme
karşı çıkma hakkı (en-Nisa, 4/148), iyiliği
emredip kötülükten sakındırma hakkı (Alu İmran,
3/110, el-Maide, 5/78-79, el-A'raf, 7/165), örgütlenme hakkı (Alu
İmran, 3/101), vicdan ve inanç özgürlüğü (el-Bakara, 2/
191, 256, Yunus, 10/199), kişiyi inancına ilişkin
duyarlılığına yönelik saldırılara
karşı koruma (el- En'am, 6/ 164, el-İsra, 17/15, el-
Fatır, 25/ 18, ez- Zümer, 39/7, en -Necm, 53/38), suçu kanıtlanmayan
insanın masumluğu (en-Nisa, 4 /58, el-İsra, 17/36, el-
Hucurat, 49 /6), ihtiyaç sahiplerinin ve yoksulların temel ihtiyaçlarının
devlet tarafından karşılanması hakkı (ez-Zariyat,
51/19) ve devletin vatandaşları arasında hiç bir ayırım
yapmaması, bütün insanları eşit
tutmasıdır(el-Kasas, 28/4)
Kur'an'ın getirdiği en önemli yönetim
ilkelerinden birisi de "meşveret" ya da
"şura" ilkesidir. Müslümanlar, devletin her türlü işinde,
anayasanın yapımından devlet başkanı ve şura
meclisi üyelerinin seçimine, yasama işleminden yürütme işlemine
kadar her şeyde kendi aralarında meşveret yapmak ve
meşveretin sağlıklı biçimde işlemesini
sağlayacak kurum ve mekanizmaları oluşturmakla yükümlüdürler
(eş-Şuara, 42/38). Diğer önemli bir ilke de yargının
bağımsızlığıdır. Yargı
makamının her türlü baskı ve etkiden
bağımsız hareket etmesi, yetki sahiplerinin etkisinde
kalmadan tarafsız biçimde işlemesi gerekir. Bu makamın görevi
hukuka ve adaletin gereklerine sarılarak ne kendi üyelerinin, ne de
başkalarının ön yargı ve tutkularından
etkilenmeden karar vermek, adaleti uygulamaktır (en-Nisa, 4/58,
el-En'am, 6/48, Sad, 38/26).
Kur'an, halifenin seçimi konusunda belli bir kural
getirmemiştir. İslam hukukçuları ile siyaset bilimcileri
Raşid Halifelerin uygulamalarını göz önüne alarak
halifenin seçimi konusunda başlıca üç yöntem belirlemişlerdir.
Bunlar; serbest seçim, şura ve istihlaf yöntemleridir. Hz. Ebu
Bekr'in halife seçilmesiyle örneklenen seçim yönteminde müslümanlar,
adaylar arasından bir tanesi üzerinde birleşerek bey'at
(bağlılık yemini) ederler. Şura yöntemi, örneğini
Hz. Osman'ın halife seçilişinde bulur. Hz. Ömer, seçkin
Sahabilerden oluşan altı kişilik bir heyeti kendisinden
sonraki halifeyi seçmekle görevlendirmişti. Hz. Ali, Hz. Osman, Hz.
Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman bin Avf ve Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas'tan
oluşan heyet, Hz. Ömer'in vefatından sonra toplumun
eğilimini de göz önünde bulundurarak Hz. Osman'ı halife seçti.
Halkın bey'atından sonra Hz. Osman halifelik görevini
üstlendi. Hz. Ömer'in seçiliş biçimiyle örneklenen istihlaf
yönteminde, iş başındaki halife, çeşitli
danışmalardan sonra bir kişiyi halife adayı olarak
belirler. Ümmet, belirlenen kişiyi kabul ederek bey'at ederse,
önceki halifenin ölümünden sonra, halef bırakılan kişi
halifelik görevine getirilmiş olur. Biçimsel olarak birbirinden
farklı görünse de bu üç yöntem halkın seçimine ve bey'atına
bağlı olması bakımından özde değişmemekte,
meşru seçim yöntemleri olarak kabul edilmektedir.
İslam hukukçuları ve siyaset bilimcileri
Raşid Halifelerden sonra ortaya çıkan yeni durumu da dördüncü
bir yöntem olarak değerlendirmişlerdir. Bu yöntem, istila ve
veliahd tayini yöntemi olarak adlandırılır. İstila,
meşru halifenin hayatında ya da ölümünden sonra, seçim,
şura ve istihlaf olmaksızın hilafet makamının
zorla ele geçirilmesi ve bunun arkasından da yine zorla halkın
bey'atının alınmasıdır. Bilginler, istila yönteminin
iki biçiminden söz etmişlerdir. Birinci biçim; müstevlinin
halifelik için gereken şartlara sahip olması ve yönetimi dinin
yasakladığı bir fiil işlemeden, barışçı
yollarla ele geçirmesidir. İkinci biçim de, gerekli şartlara
sahip olmayan bir kimsenin savaş gibi dinin
yasakladığı vasıtalarla yönetimi ele geçirmesidir.
İslam bilginlerinin bir bölümü, istila yönteminin birinci
biçiminin halkın bey'atının zor kullanılmadan
alınması şartıyla meşru sayılabileceği
görüşündedir. İkinci biçimi ise, İslam'ın temel
ilkelerine kökten aykırı olduğundan, gayri meşru bir
yöntem sayılmış, böyle bir yönetimin kendisine itaat
edilme hakkına sahip olmadığı belirtilmiştir.
İstila yönteminin bir sonucu olarak ortaya çıkan
veliahd atama yolu, halifelik makamında oturan kişinin
hayatında ailesinden birisini halife olarak tayin ederek halkın
bey'atını alması yöntemidir.
İslami yönetimin temel ilke ve yöntemleri
böylece ortaya konulduktan sonra, saltanat yönetiminin incelenmesine
geçilebilir. Her iki yönetimin dayandığı temeller ve
ilkeler arasında yapılacak bir
karşılaştırma, saltanat yönetiminin İslam karşısındaki
yerini kolayca belirleme imkanını verecektir.
Saltanat yönetiminin temelini istila ve veliahd tayini
yöntemleri oluşturur. Diğer bir deyişle saltanat, yönetimin
zorla ele geçirilmesine ve bunun zorla sürdürülmesine dayanır.
İslam'ın öngördüğü yönetim biçiminde yönetme
yetkisi ümmet tarafından verilir. Raşid Halifeler dönemindeki
uygulamalar da bunun açık kanıtıdır. İslamî
ilke ve uygulamalar karşısında ümmetin iradesini ve seçim
özgürlüğünü ortadan kaldıran hiç bir yöntem, meşru
sayılamaz. Bu nedenle ümmetin irade ve seçimine dayanmayan istila
yöntemi gayri meşrudur. İstila yönteminde müstevlinin sonunda
ümmetin bey'atını aldığı, bu yüzden meşruiyet
kazandığı da söylenemez. Çünkü bu bey'at baskı ve
zora dayanmaktadır. Ümmetin bey'atını baskı ve zora
dayanmadan alabilecek kişinin meşru yöntemlerle seçilme yerine
istila yöntemine başvurması, İslamî olmadığı
gibi, anlaşılır bir davranış da değildir.
Veliahd tayininin de İslamî yönetim ilkeleriyle
hiç bir bağlantısı yoktur. İstila yönteminin bir
sonucu olarak ortaya çıkan bu uygulama, saltanat yönetiminin
süreklilik şartı ve vazgeçilmez öğesidir. Yönetme
yetkisini belli bir ailenin, hanedanın imtiyazı haline getiren
veliahd tayini uygulaması, ümmetin iradesini ve seçme hakkını
ortadan kaldırdığı için, istila yöntemi gibi kökten
gayri meşrudur.
Biçimsel benzerliklerine bakarak veliahd tayini ile
istihlaf yöntemini birbirine karıştırmak, böylece veliahd
tayinini de meşru bir yöntemmiş gibi göstermek büyük bir
hatadır. Çünkü bu iki yöntem arasında çok temel farklar
bulunmaktadır. Bunların başlıcaları şöyle
özetlenebilir:
I- İstihlaf, hayatının son
anlarını yaşayan halife tarafından yapılır;
veliahd ise, halife hayatta iken, hatta kimi zaman halife olur olmaz atanır.
2- İstihlafta, halife kendi ailesinden birisini
aday göstermez; veliahdlar ise mutlaka evlad, yoksa yakın akrabadan
olur.
3- İstihlafta, halife toplumun çeşitli
kesimleriyle, önde gelen kişileriyle görüşerek ve sırf
ümmetin yararını gözeterek aday gösterir; veliahd tayininde
ise, niteliği ne olursa olsun, çocuklardan birisi seçilir.
Birincide ümmetin yararları; ikincisinde ise ailenin, hanedanın
yararları göz önünde bulundurulur.
4- İstihlafta, aday halifelik için gereken
şartları taşıyan birisidir; halifenin ölümünden
sonra ümmetin ya da temsilcilerinin bey'atını alması
durumunda halifeliği kesinlik kazanır. Veliahd tayininde ise, bu
şartlar aranmadığı gibi, halkın bey'atı da
peşin olarak, baskı ve hileyle alınır.
Görüldüğü gibi, bu iki yöntem arasında
özü ve amaçları bakımından büyük farklar vardır.
Bu nedenle istihlaf yöntemi ile veliahd tayini yöntemi birlikte değerlendirilemez.
İstihlaf, İslam ilkeleri açısından meşru bir seçim
yöntemidir. Oysa veliahd tayini gayri meşru ve bid'at olan bir
uygulamadır.
İslam'ın yönetim alanındaki temel
ilkesi, Allah'ın mutlak hakimiyetinin kabulüdür. Bu ilke uygulama
alanında kendini şeriatın her şeyin üstünde yer
alması biçiminde gösterir. Saltanat yönetimi ise hükümdarın
mutlak egemenliğine dayanır. Bu yönetim biçiminde şeriat
bir hukuk sistemi olarak uygulanıyor görünse de, saltanatın çıkarları
şeriatın üstünlüğü ilkesinin yerini almıştır.
Bu nedenle saltanatın çıkarları gerektirdiğinde
şeriatın hükümleri görmezden gelinir ya da bu çıkarlar
doğrultusunda değiştirilir. Başta kanunlar olmak
üzere tüm sistem hükümdarın mutlak egemenliği ve
saltanatın çıkarları doğrultusunda düzenlenir.
Saltanat tarihi, yönetimin bu temel ilkesindeki
köklü değişimi yansıtan sayısız örnek ve
uygulamalarla doludur. Saadet asrına en yakın olması ve birçok
Sahabinin henüz hayatta bulunması gibi nedenlerle
değişimin en az ölçülerde olması gerektiği Emeviler
döneminin kimi uygulamaları ile bu değişimin
saltanatın yapısıyla ne denli ilişkili olduğu gösterilebilir:
Kur'an'ın hükmü gereğince ganimet
mallarının beşte biri devlet hazinesine, kalanı ise
savaşanlara aittir. İlk Emevi hükümdarından
başlayarak bu uygulama değiştirilmiş; ganimet içinde
bulunan altın ve gümüş gibi değerli mallara el konularak
ayrıldıktan sonra geriye kalanlar eskisi gibi bölünmüştür
(İbn Sa'd, et-Tabakat, VII, 28-29; Taberi, Tarih, IV,187; İbn
Abdilberr el-İstiab, I,118; İbnül-Esir el-Kamil, III, 233).
Hz. Peygamber, İslam devleti ile anlaşmalı
(muahid) gayri müslimlerin diyetinin müslümanların diyeti ile
aynı olduğuna hükmetmişti. Raşid Halifeler dönemi
boyunca da uygulama bu doğrultuda oldu. İlk Emevi hükümdarı
bu uygulamayı değiştirerek diyetin yarısını
kendisi almaya başladı (İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye,
VIII, 139). Benzer bir uygulama da miras alanında görüldü.
Saltanat yıllarına kadar Kur'an emirleri doğrultusunda müslüman
kafire, kafir de müslümana varis olamıyordu. Emeviler dönemiyle
birlikte müslümanlar kafire varis sayıldı. Bu uygulama Ömer
İbn Abdulaziz tarafından ortadan kaldırıldı;
ancak Hişam İbn Abdulmelik hanedan üyeleriyle ilgili olarak
yeniden eski uygulamaya döndü (İbn Kesîr, el-Bidaye, VIII, 139).
Hucr İbn Adiy ve arkadaşlarının
haksız yere öldürülmeleri de saltanat yönetiminin
şeriatın hükümlerini nasıl hiçe saydığının
somut kanıtlarındandır. İlk hükümdarın
başlattığı bid'at gereğince her cuma hutbesinde
Hz. Ali'ye ve ailesine küfrediliyordu. Kufe'de bu bid'ata karşı
çıkan Hucr İbn Adiy ve on bir arkadaşı
tutuklandı. Olay hakkında yazdığı raporda
Kadı Şurayh'ın "Duyduğuma göre Hucr İbn
Adiy, her zaman Namazı kılın, zekatı verin, hac ve
umreyi yapın, iyiliği emredip insanları kötülükten alıkoyun"
diyenlerdendir. "Bu nedenle Hucr'un malı ve kanı
haramdır. Bununla birlikte karar senindir" demesine
karşılık hükümdar şeriatın açık hükümlerini
çiğneyerek Hucr ve arkadaşlarının öldürülmesini
emretti (Taberi, Tarih, I V,190-207; İbn Abdilberr, el-İstiab,
I, 135; İbnül Esîr, el-Kamil, III, 234-242; İbn Kesir,
el-Bidaye, VIII, 50-55).
Kur'an'a göre devletin başlıca amaçlarından
birisi adaletin sağlanmasıdır. Adaleti sağlayabilmenin
zorunlu şartlarından birisi, adaleti sağlayabilecek
kanunların varlığı; diğeri de bu kanunların
üstünlüğünün tartışmasız biçimde kabul
edilmesidir. Allah'ın hakimiyeti ve Allah'ın koyduğu
kanunlar toplamı olan şerîatın üstünlüğü
ilkeleri, saltanat yönetiminde yerini hükümdarın mutlak
egemenliği ile saltanatın korunması ve sürdürülmesi
ilkelerine bıraktığı için adaletin yerini de zulüm
alır.
Emevîlerin ilk Basra valilerinden Abdullah İbn
Amr b. Gaylan kendisine taş atan bir adamı yakalatarak elini
kestirdi. Eli kesilen adam valiyi Muaviye'ye şikayet etti. Adalet
bekleyen adamın aldığı karşılık,
"Elinin diyetini Beytülmal'den öderim ama, valimi kesinlikle
cezalandıramam" oldu (İbnül-Esir, el-Kamil, III, 248;
İbn Kesîr, el-Bidaye, VIII, 71). Muaviye'nin bir başka valisi
Ziyad b. Ebih, Kufe'de, camide taş atarak kendisini protesto eden
otuz kişinin ellerini hiç tereddüt etmeden kestirdi. Mazlumların
adalet için başvurabilecekleri bir merci yoktu ortada (Taberi, IV,
s. 65; İbnül-Esîr, el-Kamil, III, 228).
Muaviye'nin Yemen valisi Busr İbn Ebi Ertat,
kendisinden önceki vali Ubeydullah İbn Abbas'ın iki küçük
çocuğunu yakalatarak öldürttü. Çocukları gözlerinin
önünde boğazlanan zavallı anne aklını yitirerek çıldırdı.
Bu zulme tanık olan Kinaneli bir kadın kendini tutamayarak
valiye şöyle haykırdı: "Erkekleri öldürmeniz
yetmedi de şimdi sıra çocuklara mı geldi? Cahiliye
devrinde bile onlara dokunulmuyordu. Ey İbn Ertat! Çocukları ve
yaşlıları öldüren merhametsiz bir hükümet, kardeş
kanı dökmeksizin yaşayamaz. Böyle bir iktidardan daha zalim
kim olabilir?" (İbn Abdilberr, el-İstiab, I, 65; Taberi,
Tarih, IV,107; İbnül-Esir, el-Kamil, III, s. 193; İbn Kesîr,
el-Bidaye, VIII, 90).
Meşru temeller üzerine kurulmayan, varlığını
zorbalıkla sürdüren bir yönetimin temel niteliğinin zulüm
olması kaçınılmazdır. Saltanat yönetiminin kurulmasıyla
başlayan bu şiddet ve zulüm uygulamaları giderek daha çoğalmış
ve sertleşmiştir. Zulüm, ikinci Emevi hükümdarı Yezid döneminde
akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Hz. Hüseyin ile
aile üyelerinin uğradıkları katliamın
anısı tüm dehşetiyle hala hafızalarda
yaşamaktadır. Harra olayından sonra, her şeyin mübah
ilan edildiği üç gün boyunca Medine'de işlenen cinayetler;
Hz. Abdullah İbn Zübeyr'le yapılan savaş
sırasında kuşatılan Mekke'nin mancınıklarla
dövülmesi, Kabe'nin bile taşa tutularak yıkılması
saltanat yönetiminin zulüm niteliğini ortaya koyan
sayısız örneklerden yalnızca birkaçıdır.
Adaletin sağlanabilmesi için yargının
bağımsız olması zorunludur. Allah'ın
hakimiyetinin fiilen ortadan kaldırıldığı,
şeriatın üstünlüğü ilkesinin tanınmadığı,
bunun yerine keyfiliğin egemen olduğu saltanat yönetiminde ise
yargı bağımsızlığından söz edilemez.
Raşid Halifelerin uygulamalarıyla somutlaşan İslamî
anlayışta hakimler halife tarafından atanır ve ancak
belli şartlarda yine halife tarafından görevden alınabilirdi.
Hakimler hüküm konusunda tam anlamıyla
bağımsızdılar. Çünkü onlar şeriatın
üstünlüğünü, egemenliğini temsil ediyorlardı. Görevleri,
önlerine gelen kişiye, bu kişi ister halife, ister sıradan
vatandaş olsun, şeriatın hükümlerini eşit biçimde
uygulamaktı. Saltanat yönetiminde hakimler hükümdarların
istekleri, saltanatın çıkarları doğrultusunda karar
vermek zorunda bırakıldılar. Yargı kurumu siyasal amaçların,
kişisel niyetlerin aleti durumuna getirildi. Yalnız hükümdar
değil, yönetim kademelerinde yer alan tüm devlet görevlileri yargı
mekanizmasını etkileyebiliyor, istedikleri kararı çıkarabiliyorlardı.
Valiler bile isteklerini yerine getirmeyen hakimleri görevden
alabiliyor, başka bir kişiyi hakim olarak atayabiliyorlardı.
Bütün bu nedenlerden dolayı gerçek bilginler, hukukçular zulme
ortaklık olarak niteledikleri böyle bir görevi almaktan kaçınıyor,
hatta bu konuda işkenceyi, ölümü bile göze alıyorlardı.
Büyük bilgin Ebu Hanife'nin saltanatın aleti durumuna düşmektense
işkenceyle öldürülmeyi yeğlemesi, bu yönetim içinde yargı
bağımsızlığının ve adalet sisteminin ne
büyük darbeler yediğini göstermesi bakımından son derece
önemlidir.
İslam'ın devlete yüklediğî başlıca
görevlerden birisi ümmetin ülke kaynaklarından adil biçimde
yararlanmasını sağlamaktır. Saltanat yönetiminde
devlet bu görevi yerine getiremez. Çünkü böyle bir görev saltanatın
çıkarlarına ters düşer. Saltanat yönetiminin bu konudaki
yaklaşımı, onun devlet hazinesi (beytülmal) karşısındaki
tutumunda belirginlik kazanır. Raşid halifeler döneminde devlet
hazinesine, halifeye ve yönetime Allah'ın ve ümmetin bir emaneti
gözüyle bakılır; ona ancak belli kurallar ve ölçüler
içinde müdahale edilirdi. Halife ya da diğer yöneticiler
beytülmaldan kanunsuz olarak ne kendileri, ne de başkaları için
bir harcama yapabilirlerdi. Harcadıkları her kuruş için
kendilerini Allah'a ve Müslümanlara karşı sorumlu sayar, hesap
verirlerdi. Geçimlerini sağlamak için harcadıkları para
ise ancak yoksulların ihtiyaçlarını
karşılayabilecek bir ölçüdeydi.
Saltanat yönetiminde, devlet hazinesi, hükümdarın
özel hazinesi durumuna dönüştü. Daha Muaviye döneminde, hazine
kendilerine karşı sorumlu olunan müslümanların malı
değil, istenildiği gibi kullanılabilecek Allah'ın
bağışladığı bir mal olarak tanımlanmaya
başlandı. Müslümanların büyük çoğunluğu,
devlet hazinesinden yararlanmak şöyle dursun, haraçlarıyla hükümdarın
zenginliğini besleyen bir zümre sayıldı. Artık hiç
kimse hükümdarı hazine üzerindeki tasarrufları konusunda
hesaba çekemiyor; yalnız hükümdarlar değil, şehzadeler,
hanedan üyeleri, vali ve diğer yöneticiler devlet hazinesini
istedikleri gibi kullanıyorlardı. Keyfi harcamalarını
karşılayabilmek için de sürekli halka kanunsuz vergiler
yüklüyorlardı. Ömer İbn Abdülaziz, Emevi hükümdarlarının
topladıkları kanunsuz vergilerin belirlenmesini
istediğinde, ortaya uzun listeler çıktı. Hazinenin
zenginleştirilmesi için her yola başvuruluyordu. Mesela
İslam'ı seçen gayri müslimlerden cizye alınmaya devam
ediliyordu. Bu uygulamanın kaldırılmasını emreden
Ömer İbn Abdülaziz, hazine gelirlerinin azalacağı gerekçesiyle
direnen valilerle karşılaştı. Bunlardan birini,
"Allah Hazreti Muhammed'i tahsildar olarak değil, halkı
dine çağıran peygamberlik göreviyle göndermiştir"
ünlü sözünü de içeren mektubuyla görevden atmak zorunda kaldı.
İslamî yönetimin temel ilkelerinden birisi de
danışmadır (istişare). Danışma, yöneticinin
istemezse kullanmayacağı bir hak değil, Kur'an emri
gereğince zorunlu bir görevidir. Bu zorunluluk, İslamî
yönetimin ayırıcı özelliklerinden birisi olan şura
kurumunu ortaya çıkarmıştır. Ehlul-hall ve'l akd
(sorunları çözümleyip karara bağlayanlar) denilen şura
üyeleri, hakkında bir nas bulunmayan tüm konuları görüşerek
kararlar alırlar. Ümmetin en bilgin, güvenilir ve görüş
sahibi kişilerinden oluşan şuranın kararları,
ümmetin ortak görüşünü temsil ettiğinden herkes için bağlayıcıdır.
Ancak danışma şura ile sınırlı da
değildir. Gerektiğinde kendi alanlarında uzman olan
kişilere başvurularak konularıyla ilgili sorunlarda görüş
ve düşünceleri alınır. Böylece toplumun karşılaştığı
tüm sorunlar çözülmüş, ümmetin tüm hukuki ihtiyaçları
İslam'ın temel prensipleri doğrultusunda kolayca
karşılanmış olur. Hazreti Muhammed (s.a.s) hemen her
konuda Sahabilerle istişare ederek bu konunun önemini ortaya koymuş,
Raşid Halifeler de onun izinden yürümüşlerdi.
Şüphe yok ki şura kurumu ancak kanun
üstünlüğünün, şeriatın tartışılmaz hakimiyetinin
yürürlükte olması durumunda işlerlik kazanabilir. Bu nedenle,
şeriatın üstünlüğünün yerini kişisel güç ve
otoritenin aldığı saltanat yönetiminde şura kurumu
yaşama imkanı bulamaz. Gerçek bir şura ancak hakkı,
adaleti ve hukukun üstünlüğünü gözeterek kararlar alır. Bu
kararların kendisini her şeyin üstünde gören bir hükümdarın,
yönetimin işine gelmeyeceği açıktır. Bu yüzden
saltanat yönetiminde İslamî anlamdaki şura ortadan
kaldırılmış; danışma işlemi hükümdarın
yakınları, yardımcıları, memurları ve yardakçılarıyla
egemenliğini sürdürme yolunda alınacak önlemleri belirleme
görüşmeleri haline getirilmiştir.
Yöneticilerin bu tutumu saltanatın
doğasından, yapısından kaynaklanmaktadır. Bu
temel özellik hükümdarlarca da açıkça ortaya konulmuştur. Sözgelimi
Muaviye, yönetimi ele geçirdikten sonra, Medine'de yaptığı
bir konuşmada, "Allah'a yemin ederim ki; yönetimi elime aldığım
zaman, iktidara gelmiş olmamdan hiç hoşlanmadınız.
Bunu bilmiyor değilim. Hatta bu hususta kalbinizdeki kuruntuları
da biliyorum. Fakat ben bu makamı kılıcımın gücüyle
elde ettim. Devlet işlerini belki istediğiniz gibi yürütemem.
Ama siz de yapabildiğim kadarıyla yetinin" (İbn Kesîr,
el-Bidaye, VIII,132) diyerek saltanatın bu niteliğini dile
getirmiştir. Başka bir Emevi hükümdarı, Abdulmelik
İbn Mervan da Peygamber minberinden aynı olguyu şöyle dile
getiriyordu:
"Ben bu topluma arız olan
hastalıkların tedavisi için kılıçtan başka bir
çare göremiyorum. Zaten bundan başkasına da başvuracak
değilim. Şimdi içinizden birisi çıkar da bana 'Allah'tan
kork' derse, hemen kellesini uçururum" (İbnü'l Esîr,
el-Kamil, IV, 41,104; el-Cessas, Ahkamul-Kur'an, I, 82).
İslam'a göre devletin başlıca görevi
temel insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktır.
İslam şerîatı bu hak ve özgürlükleri güvenceye alan
emir ve yasaklarla doludur. Mesela, hiç kimsenin malına ve
canına haksız yere tecavüz edilemez. İnsanın özel
hayatı, namus ve şerefi dokunulmazdır. İyiliği
emredip kötülükten sakındırma hakkı,
haksızlığa karşı çıkma hakkı, vicdan
ve inanç özgürlüğü kimsenin elinden alınamaz. Hz. Peygamber
ve Raşid Halifeler dönemi insan hak ve özgürlüklerinin tam anlamıyla
korunduğu bir haklar ve özgürlükler dönemidir. Bu dönemde hiç
kimse düşüncelerini açıklamaktan çekinmemiş, halifeye
ait olsa da yanlış bulduğu söz ve davranışları
eleştirmekten korkmamıştır. Çünkü herkes şerîatın
hakimiyetinden, onun güvencesi altında olduğundan emindir.
Raşid Halifelerden en sert mizaçlısı
olduğu kabul edilen Hz. Ömer'in hilafeti döneminde karşılaştığımız
kimi olaylar, İslami yönetimin bu alandaki tutumunu yansıtan
en güzel örnekleri oluşturur: Hz. Ömer, yeni bir elbiseyle hutbe
okurken, "Dinleyiniz ve itaat ediniz" deyince, Selman-ı
Farisi, "Senin dinlememizi ve itaat etmemizi istemeye hakkın
yok" diyerek herkese eşit biçimde dağıtılan
kumaşın nasıl kendisine böyle bir elbise olabildiğini
açıklamasını istemiştir. Hz. Ömer, oğlunun
payını kendisine verdiğini açıklayınca,
"Şimdi emret, dinler ve itaat ederiz" cevabını
almıştır. Bir başka konuşmasında Hz. Ömer,
"Bende bir eğrilik görürseniz beni doğrultunuz"
demiş; müslümanlardan "Eğer sende bir eğrilik görürsek
kılıçlarımızla düzeltiriz" cevabını
alınca, "Halkı arasında Ömer'i kılıcıyla
doğrultacak kimseler ihsan eden Allah'a hamd olsun" diyerek hamd
etmiştir. Hz. Ömer diğer hutbesinde evlenmeyi
zorlaştırdığı gerekçesiyle mehirleri sınırlamaya
kalkışınca bir kadın " Onlardan birine
kantarlarca mal vermiş olsanız da verdiğinizden hiçbir
şeyi geri almayın " (en-Nisa, 4/20) ayetini hatırlatarak
Allah'ın bir sınır getirmediği bir konuda
sınırlama hakkına sahip olmadığı
uyarısında bulunmuş; bunun üzerine Halife, hata ettiğini
itiraf etmiştir.
Raşid Halifeler dönemindeki bu haklar ve
özgürlükler ortamı saltanat döneminde sona erdi. Hukuk
hakimiyetinin yerini keyfiliğin ve zorbalığın
aldığı bu dönemde temel insan haklarından ve
özgürlüklerinden de eser kalmadı. Bu dönemde insanlar hiç bir
haklı nedene dayanmadan öldürülüyor, mallarına el
konuluyordu. Yönetim, karşısında hak ve özgürlüklerinin
bilincinde olan, bunlardan yararlanmak isteyen bir toplum yerine, yalnızca
boyun eğen bir sürü görmek istiyor; sürü olmak istemeyenler kıyam
edince ya ortadan kaldırılıyor ya da baskı ve
işkenceyle sindiriliyordu. Saltanat yönetimini onaylamayan, resmi
görüş ve düşünceleri paylaşmayan kişilere hayat
hakkı tanınmıyordu. Emevilerin ünlü valisi Haccac,
görevi sırasında tam yüz yirmi bin kişinin hayatına
son vermişti. Öldüğünde hapishanelerinde seksen bin masum
insan bulunuyordu (İbn Abdilberr, el-İstiab, I, 35; İbnül-Esir
el-Kamil IV, 29, 133; İbn Kesîr, el-Bidaye, IX, 2, 83, 91, 128,
139).
Saltanatın en küçük bir uyarıya,
eleştiriye bile tahammülü yoktur. Emevi hükümdarlarından
Velid İbn Abdülmelik bir cuma hutbesini öylesine uzatır ki,
ikindinin bile vakti geçmek üzeredir. Cemaattan birisi ayağa
kalkarak, "Ey Emirül mü'minin! Zaman sizi beklemiyor. Namazda bu
kadar geciktiğinizden dolayı Allah'ın
karşısına nasıl bir özürle çıkacaksınız?"
der. Velid, "Ey adam, doğru söylüyorsun! fakat burası
doğru konuşanların yeri değildir. Sen nereden çıktın?"
cevabını verir. Arkasından bir koruma görevlisi adamın
başını oracıkta uçuruverir (İbn Abdi Rabb'ih,
İkdul-Ferid, I, 62). Bu olay, saltanat yönetiminin ne insan hak ve
özgürlüklerini, ne de Allah'ın emir ve yasaklarını
dinlediğini gösteren tipik bir örnektir.
Bütün bu açıklamalardan sonra, saltanat yönetiminin
temel nitelikleri şöyle özetlenebilir:
1- Saltanat yönetimi, kuruluşu ve
işleyişi bakımından ümmetin özgür irade ve
seçimine değil; kılıç gücüne ve zorbalığa
dayanır. Bu nedenle İslami değil, gayri meşru bir yönetim
biçimidir.
2- Saltanat yönetimi Allah'ın hakimiyetinin
yerine; hükümdarın, hanedanın egemenliğini geçirir. Bu
özelliğiyle de İslam'a kökten aykırıdır.
3- Saltanat yönetimi, güç ve zorbalık gibi
gayri meşru bir temele dayandığı için,
İslamın öngördüğü siyasal ilke, kural ve amaçlar doğrultusunda
görev yapamaz.
4- Saltanat yönetiminin başlıca amacı
saltanatın korunması, güçlendirilmesi ve sürdürülmesi olduğundan;
hukuk, bu yönetim içinde tüm anlamını ve geçerliliğini
yitirir. Oysa İslami yönetim, hukukun üstünlüğü, şerîatın
egemenliği ilkesine dayanır.
5- Saltanat yönetiminde hukukun yerini keyfi
uygulamalar aldığı için, temel insan hak ve
özgürlüklerinden söz edilemez. Bu yönüyle de devlete temel insan hak
ve özgürlüklerini güvence altına alma görevini yükleyen
İslam'ın karşısında yer alır.
6- İslamî kanunlar uygulanıyor görünse,
hükümdar halife ya da emirül-müminin ünvanını
taşısa da, tüm bu temel nitelikleriyle saltanat yönetimi gayri
İslamî, gayrî meşru bir yönetim biçimidir.
Ahmet ÖZALP
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.