Vicdan
Vicdan
Bulma, bir şeyi bir halde görme; kalple hissetme,
duygu; kendinden geçme, dalma; iyiyi kötüden ayıran ve seçen bir
yapıya sahip olan kalpteki gizli his.
İnsanın maddî olan vücudundan başka
ruhî yönü de vardır. İnsanın bedeni öyle harika bir
makinadır ki Çağımızda tekniğin en ileri
seciyedeki imkanları ile yapılmış motor ve makinalar
bunun yanında çok basit kalır. İnsan bedeninin planı
tafsilatıyla anlatılmaya kalkışılsa bunun bilgisi
her bir cildi biner sayfa olmak üzere bin ciltlik bir kitap eder.
İnsan vücudu çeşitli elementlerden teşekkül etmiştir.
Bunların % 98'i çokluk sırasına göre O, C, H, N, P, S,
dir. Ca, K, Na, Mg ise bedenin % 1,3'ünü, geriye kalan elementler ise %
0,70'ini oluştururlar. İnsan vücudunda çok olan elementlerden
lipitler (yağlar), karbonhidratlar, protein ve nükleik asit
molekülleri oluşturulmuş ve bunların tertiplenmesinden hücreler
ve hücrelerden de doku, kas ve organlar vücuda getirilmiştir. Vücudda
pek çok kimyasal ve fiziksel olaylar ve değişmeler cereyan eder.
Zaman içinde arka arkaya vücudda meydana gelen bu fizyolojik olaylardan
başka bir takım ruhî hadiseler vardır. Fizik, kimya
konularına irca edilemeyen şuur ve iradeden başka,
iyiliğe, mutlak adalete ve güzelliğe, hayır ve fazilete
doğru temayül ve özleyiş; sevinme, üzülme, beğenme:
nefret etme, istikbal endişesi, beka ve edebiyete meyil ve sevgi,
emniyet hissi; haya, insaf, merhamet, adalet, vicdan azabı çok darda
kaldığında inançsız bile olsa Allah'a
sığınıp yalvarma gibi duygular vardır.
Bunların kaynağı da insan ruhunun vicdan denilen yönüdür.
İnsan ve diğer canlılarda canlılık faaliyetlerini
yürüten bir de nefes (can) vardır. Nefis, canlının
şehvet, hırs, nesli muhafaza ve hayat koruma
olgularını, beş duyunun duygularını. tad alma ve
acı duymayı, büyümeyi ve bedenin diğer ihtiyaçlarını
idare eder. Buna "hayvani nefis" de denilir.
İnsani nefis denilen ruha gelince; bu, yalnız
insanlara verilmiştir. Buna "nefs-i natıka" da
denilir. Hayvani nefis vasıtasıyla bedene tealluk eder ve onu
bir alet gibi kullanır.
Ruh bedende, ona bitişik ve ondan
ayrılmaksızın bulunur. Bedenden tamamiyle olmayacak
tealluku kalmak üzere ayrıldığı zaman beden
aykırıdadır (bk. ez-Zümer, 42). Eğer canla beraber
tamamen ayrılırsa beden ölür.
Maddeden örgülenmiş beden ise; a) Atom ve moleküllerden
düzenlenmiştir. Fizik ve kimya konularına irca edebilir ve bölünüp
parçalanır. b) Değişir. c) Atıldır. Canı ve
ruhu çıktığında kendiliğinden işi ve gücü
yoktur. d) Maddidir. e) Şuursuzdur, düşünemez ve varlıkların
bilgisine sahip olamaz. Üzüntü ve sevinme gibi duyguları yoktur.
g) Bazı cüzleri hariç enerjiye dönüşerek yok olabilir. h)
Bir insanın organları başkalarına nakledilebilir.
Ruhun da başlıca iki özelliği veya
kuvveti vardır:
1- Akıl: Ruha konulmuş bir kuvvettir ki,
şuur faaliyetlerinin hepsini idare eder. Düşünüp bilen,
delillerin delalet yönlerini anlayan, bilgileri kazanan, düşünüp
anlayarak bilenin kendisi olduğunu idrak eden, hatırlayan,
bilgileri tertipleyerek hükümlere varan, dileyip karar veren, işte
ruhun bu akıl yönüdür.
2- Vicdan: Buna kalb gözü veya basiret veyahut
sadece kalb de denilir. Allah Teala'nın ruha koymuş
olduğu insaf ve merhamet hissi ve hakkın bir saikidir. Ruhun
hayrı şerden ayırd eden fitri bir melekesi ve kuvvetidir.
Ruhun hakka ve iyiliğe yönelişi ve
bağlanışı ve hakka bir çeşit
bakışıdır; şer ve kötülüklerden nefretidir.
Merhamet, haksızlık ve kötülük karşısında
üzülme, iyilik karşısında safa bulma gibi deruni hislerin
kaynağı ruhun vicdan denilen bir yönüdür. Gerçi hayvanların
nefislerine de nesillerin devamı için analık şefkati ve
acıması gibi bazı hisler konulmuştur. Cenabı
Allah Kur'an-ı Kerim'de insan ruhunun bu özelliğini şöyle
diyerek belirtir: "Her bir nefse (ruha) ve onu düzenleyene, sonra da
ona hem kötülüğü, hem de ondan sakınmayı ilham edene
and olsun ki, onu (ruhunu) kötülüklerden tertemiz yapan muhakkak, felah
buldu. Onu alabildiğine kötülüklere batırıp günah ile
örten ise elbette hüsrana uğradı"(eş-Şems,
7-10)
Bir nefse (ruha) fücûr (kötülük) ve ondan korunmayı
ilham etmek sözünden; kötülük ve ahlaksızlık
yapmamasını ve bunlardan korunmasını kalbine
(vicdanına) duyurmak ve onu ikisi arasında serbest bırakmak
manası zannedilebilirsin de, asıl mana; fücuru tanıtıp
bunun nefse (ıvha) zarar verici ve bozukluk olduğunu ve kötülüklerden
nefsi korumanın iyi olduğunu duyurmak, binaenaleyh fücuru
terketmek ve şer olan işlerden sakınmak, iyi ve
hayırlı işleri yaparak kötülüklerden korunmak lazım
geldiğini telkin eylemektir. Şüphe yok ki, Allah Teala her
insanın ruhuna bir iyilik, kötülük, kar ve zarar duygusu,
iyiliklerden hoşnud olma ve kötülüklerden azab duyma hissi vermiştir.
İşte bu duygu ve hisse vicdan denilir.
Peygamberimiz (s.a) vicdanın kötülük ve
günahlardan rahatsız olacağını şöyle beyan etmiştir:
"Bir (iyilik ve taat) güzel ahlaktır; ism
(günah ve kötülük) de vicdanını tırmalayan, seni
rahatsız ve huzursuz eden ve insanların mutlali olup bilmesini
istemediğin şeydir" buyurmuştur (Sahihü'l-Müslim bi
Şerhi'n Nevevî, Cüz 16, 111; Beyrut, 1972/1392).
Bedenin hastalığa yakalanmayıp
sağlam kalabilmesi ve hatta ölmemesi için nasıl su ve
gıdalara ihtiyacı varsa, vicdanın da sağlam kalıp
bozulmaması ve ölmemesi için İman'a yani Allah'a,
peygamberlerine ve ahiret gününe iman etmeye ihtiyacı vardır.
Bunun yanında vicdanın temizlik ve saflığını
korumak için de, onu, önünü örtecek olan ahlaksızlık ve kötülüklerden
uzak tutmak gerekir. Vicdan'ın Allah'a iman ve itaat, riyazet (nefis
terbiyesi), nefısle mücadele ve deruni tecrübe ile tehzib ve
tasfiye edilerek hak ve iyiliği tanıması
sağlanır. Batıl inanışlar, kötü örf ve
adetler, fena çevreler ve fuhşiyatın vicdan üzerinde menfi
te'sirleri vardır. İyilik ve fazilet telkin eden bir terbiye ile
inkişaf etmemiş, yetirmiş katı ve paslı bir ruh,
kirli, elastiki ve kör bir vicdan, hakkı ve hayrı tanımaz,
inkar ve kötülüklerinden dolayı deruni bir azab duymaz. Nasıl
ki uyuşturucu (anestezik) ve sarhoş edici şeyleri kullanmak,
duyuların duymasını giderirse, vicdanı ihmal ederek kötülüklere
alışmak meyil ve hükümlerine karşı gelerek isyan
etmek vicdanı zayıflatır ve nihayet onu büsbütün
öldürür. Bu hususlara şu ayet delalet eder: "Hayır,
hayır onları (kafirlerin) kazandıkları günahlar,
kalblerini paslandırıp yenmiştir"
(el-Mutaffıfın, 83/14).
Allah'a, hakka ve doğruya iman etmiş bir
kimsenin ruhuna melekler de hayır telkin ederek vicdanına
yardımcı olurlar: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ademoğlunun kalbine şeytan ve melek vasıtasıyla
bir takım şeyler hutur eder. Şeytanın ilke
eylediği, şer ve hakkı tekziptir. Melekler vasıtasiyle
gelen şeyleri ise hayır, iyilik ve hakkı tasdiktir.
Kalbinde hayır bulanlar bilsinler ki o, Allah'tandır.
Binaenaleyh Allah'a hamd etsinler. Kalblerinde şerr bulunanlar da
şeytandan Allah'a sığınsınlar" (Mansûr Ali
Nafıs, et-Tac, IV, 69, Ist. 1382).
Allah Teala da şöyle buyurmuştur:
"Gerçek şudur ki, iman edenler ve Rablerine
güvenip dayananlar üzerinde şeytanın ve azdıranların
hiç bir hakimiyeti ve nüfuzu yoktur" (en-Nahl, 16/99). Ruhun
tatmin ve ıztırablarını teskin ederek buhranlardan
kurtulmak için Alim, Hakim, Kadir ve Kayyum olan bir Allah'a, onun
peygamberine ve ahiret gününe iman etmek lazımdır. Ebedî bir
hayata yönelmeyen ve inanmayan bir ruhta hakiki saadet yoktur. İman;
vicdanların sesi, gönüllerin ıstıraplarının
teskini, üzüntülerin ilacı, ruh ve vicdanlarda duyulan
boşlukların gerçekle doldurulması, akıl ve
şuurların hakka çağırışıdır.
İnsandaki ruh bunalım ve aklı
bozuklukların başlıca iki sebebi vardır:
a- Bedendeki, bilhassa beyin ve sinirlerdeki bozukluk
ve eksiklik. Bu bozukluklar anadan doğarken olduğu gibi sonradan
bir kaza ile de meydana gelebilir.
b- Ruhî tatminsizlik ve ruhla nefis arasındaki
dengesizlik ve irtibat bozukluğudur. Bu dengesizlik anadan
doğarken bulunduğu gibi sonradan emniyetsizlik,
itimatsızlık ve vicdani ıztırablarla ortaya çıkar.
Akıl hastalıklarını organik istisnaî
durumlar haricinde ruhî sebeplerle izah eden dinamik psikiyatrideki
bütün ekollerin gelip üzerinde durdukları nokta, ruhi tatminsizlik
ve vicdani rahatsızlıklardır. Üzüntü, sıkıntı
ve vicdani rahatsızlıklardan husule gelen ruhi dengesizlikler
her meslek ve meşrebteki kimselerde ortaya çıkmasına
rağmen, sadece gerçekten iman edip Allah'a güvenip dayanan ve
istikamet üzere giden kimselerde bir istisna teşkil eder:
"Gerçekten "Rabbimiz Allah'tır"
deyip dosdoğru hareket edenlere hiçbir korku yoktur. Onlar
üzülmeyeceklerdir de" (el-Ahkaf, 46/13). İnanmayanlar ise
vicdani rahatsızlıklar ve ıztırab
bataklıkları içerisinde kıskıvrak kıvranıp
duracaklardır: "Biz elbette onlara (imansızlara) büyük
azaplarından önce bu dünya azabından
tattıracağız ki küfür ve inkardan imana dönsünler"
(es-Secde, 82/21).
İmansızlık sebebiyle "Asya, Amerika
ve Avrupa'da huzursuzluk ve intibaksızlık türlü
şekilleriyle o derece ve yaygın ve şiddetli olarak görülmektedir
ki, bundan dolayı asrımızın şizofrenizasyonundan
bahsedilmiştir" (Dr. Mehmet Tevfik Özcan, Ruhi bunalımlar
ve İslam Ruhiyatı,139. Prof. Bornztein, Annales Medico
Psycholoğıques, t. 2, No. 2, 1968'ten
alınmıştır).
Hülasa, akıl ve vicdan insanları Allah'a
bağlılığa götürürken, şehvet ve nefsaniyet
buna engel olur ve kişileri hayvanlık istikametine çekerse bu
çekişmeden insanların vicdanı tabiatıyla
rahatsız olacaklardır.
Psikolojinin büyükleri sayılan Freud, Adler,
Jung ve Otto Rank gibi Psikoanafitik ve Neopsikoanalitik materyalist
psikolog ve psikiyatrisiler ruhun ve vicdanın
varlığını inkar etmişler, insanı bir makina,
ruh ve vicdanı bu makinanın içindeki bir nevi tehavvül etmiş
enerji saymışlardır. Bunlar vicdanı bir takım
sosyal amil, tecrübe, terbiye ve tekamülün mahsulü sayarak bunun
zaman, mekan ve şahıslara göre değişeceğini
iddia ederler. Freud'e göre ruhi buhranın sebebi, libido (cinsel içgüdü)
ile ictimai şahsiyet (cemiyetin şahsa yöneldiği ahlak
kaideleri) arasında çatışmalar (bkz. Freud, çev. M.
Şekip Tunç, Freudizm, 60 vd. İst 1948). Freud'ün ruhi
buhranlarla ilgili nazariyesinin, çoğalma ve nefsi devam ettirme içgüdüsünü
yanlış anlatmaktan, insanı adileştirici ve
yıkıcı olmaktan başka hakikatle bir ilgisi yoktur.
Freud materyalist olduğu için insan ruhundan habersiz kalmış,
insanlarla hayvan arasında mahiyet farkı olduğuna dikkat
etmemişti. İnsan nefsinin yalnız cinsiyet yönünü görmüş
ve bunu kişinin bütün işlerine ve bunalımlarına
hakim olan unsur saymıştır.
Freud'un çalışma arkadaşlarından
Adler, "İnsana hakim olan duygu üstünlük arzusudur.
Üstünlük arzusu gayesine erişilmedikçe insanda "mascufine
protest" ortaya çıkacaktır. Üstün duruma ya
şahıs kendini yükselterek veya başkasını küçülterek
ulaşır" demiştir. (Prof. Dr. Ayhan Songar,
Psikiyatri,132, Ist 1977; Alfred Adler, İnsan Tabiatını
Tanıma, Çeviren: Ayda Yörükan, Ank.1973).
Psikolog Jung ise, Freud ve Adler'in insanda kabul
ettikleri unsurları ele almakla beraber, ayrıca fertte çağrışım
yapan hayal ve fikirleri ve bunların neticesinde meydana gelen
kolektif altşuuru psişik hayatın esaslı faktörü saymıştı
(bkz. Ayhan Songar, a.g.e., 134 vd; Dr. Halis Özgü, Psikoloji Dünyasının
Üç Büyükleri: Freud Adler, Jung, 184 vd. İst. 1976).
Neopsikanalistlerden Otto Rank "Kişinin bağlı
bulunduğu ilgi ve bağlantılardan ayrılması
sıkıntı yaratır" demişti (bkz. Aynan Songar,
a.g.e.,139).
Görülüyor ki, meteryalist olan bu psikoloğlardan
her biri nefsin bir yönünü ve parçasını
tanımışlar, fakat vicdan ve ruha nüfuz edememiş ve
bunun ihtiyacından habersiz kalmışlardır. Dedikleri
temin edilse bile, bunlar imansız kimselerin ruhî
ıztırablarının ve vicdani üzüntü ve buhranlarının
önüne geçemez. Bunlar, yüreği ve vicdanı kanayan kimsenin gözünden
akan yaşları silmek gibidir. Gözyaşlarını
silmek, vicdan yaralarını iyi etmez. Iyi düşünülürse
halkın sevdiği ve güvendiği dünya malı, makamlar ve
diğerleri, denizin ortasında tutunulmuş ve
dağılmak üzere bulunan tahta parçaları gibidir:
"Allah'tan başka dost ve yardımcıları edinenlerin
durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin ev
zayıf ve dayanıksızı ise şüphesiz örümceğin
yuvasıdır keşke anlayıp bilseler" (el-Ankebut,
29/41); "Kim azgınlığa götürecek şeyleri red ve
inkar eder ve Allah'a iman edip bağlanırsa, kopması
imkansız olan en sağlam kulpa tutunmuş olur"
(el-Bakara, 2/256).
Akıl da vicdan gibi ruhun bir özelliği ise
de her ikisi arasında bazı farklar vardır:
Akıl ve şuur, küçüklükten itibaren çalışmaya
başlar. Olaylar ve değerlerin bilgisi akıl yoluyla elde
edilir. Vicdan, çocukluğun başlangıcında ve her zaman
ve her kimsede açığa çıkmaz. Vicdanları
katılaşmış olanların vicdanlarından merhamet
sızmadığı halde, akılları çalışır.
Akıl, uyku ve baygınlık halleri
dışında iyilik ve merhametten başkasına razı
olmaz. Akıl, olaylar ve menavi değerler için şahiddir.
Vicdan hakimdir, bir işin iyi veya kötü olduğuna dair elde
edilecek maddi menfaate bakmaksızın hüküm verir. Haksızlık,
kötülük ve cinayetler karşısında azabı (üzüntüyü)
akıl değil vicdan duyar.
İnsan ruhunun bir özelliği olan vicdan, hak
ile batılı, hayır ve şerri tanır ve
birbirlerinden ayırıp seçer. İyilikler
karşısında hoşnud olur ve safa bulur. Kötülüklerden
dolayı sıkılır ve üzüntü duyar; imansızlık
sebebiyle bulanır ve neticede kendisini büsbütün kaybeder.
Ma'şerî Vicdan
Ayrıca şahsi vicdandan başka ma'şerî
vicdan veya vicdan-ı amme denilen ictimai vicdan da vardır.
Ma'şerî vicdan bir toplumu meydana getiren fertlerin veya çeşitli
millet fertlerinin vicdani hükümlerinin toplamı veya çoğunluğudur.
Bir kötülüğe karşı toplumların baskısı
veya bir iyiliğe karşı toplumların sevgisidir.
Zamanımızda buna kamuoyu veya kamunun görüşü denir.
Ma'şerî vicdan da ahlaki vazifelerin yerine
getirilmesi için bir murakıp ve müeyyidedir. Fakat ma'şerî
vicdanın tepki ve tesiri milletlerin bağlı
bulundukları, değer, din, durum ve şartlara göre değişir.
Hristiyan milletlerin ve Yahudilerin Bosna-Hersek'te Sırpların Müslümanlara
karşı yaptıkları korkunç zulme karşı
infialleri başka olacağı gibi, bir hristiyan veya yahudi'ye
karşı yapılan kötülüğe karşı tepkiler
elbette daha başka olacaktır.
"Onlar (gayr-i müslimler) size şer ve fesad
yapmada hiçbir kusur etmezler. size sıkıntı verecek
şeyleri arzu ederler. Muhakkak onların kin ve
buğuzları ağızlarından taşıp açığa
vurmuşlar. Göğüslerinde gizlemekte oldukları düşmanlık
ise daha büyüktür." (Alu İmrn, 3/118).
Bununla beraber herkesi takip edip gözetmeyeceği
için ma'şerî vicdanın takip ve nüfuzu haricinde bulunanlar,
bunun tesirinden korkmazlar. Bazen ma'şerî vicdan güç ve kuvvetle,
ordularla sindirilebilir.
Şu halde imansız ve ahlaksız kimselerin
vicdanları gibi, ma'şerî vicdan da tek başına ahlakî
vazifelerimizin tam bir murakıp ve müeyyidesi olamaz. Vicdan-ı
amme, gerçekten Allah'a, peygamberlerine ve uhrevi mes'ûliyete inanan
toplumlarda daha nüfuzlu ve etkilidir. İslam'da her Müslümanın
üzerine iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek münker ve fuhşiyatı
önlemek, farzdır. Yoksa Allah korkusu olmadan, ne şahsî vicdan
ne de ma'şerî vicdan kötülük ve zulümleri önlemekte yeterli
olmaz.
Muhiddin BAĞÇECİ
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.