Isveren
ısveren
Bir işin sahipliği ve sermaye gücünü
elinde tutan kimse. Emeğini ortaya koyarak çalışan işçi
kesimini idare eden ve onların çalışacağı
iş düzenini belirleyen.
İşveren ve işçi ayırımının
ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetin büyük hacimde
yapılmaya başladığı dönemlere has bir durumdur.
Özellikle de Batı'ya has bir terimdir. Bilhassa Kapitalist
felsefenin ortaya çıkışı sayıları XIX.
asır da, işçi belirli kişilere bağımlı
olarak çalışan ve sadece ücret alan kişidir. İşçinin
varlığı, işi yapabilecek durumda olduğu ve
işverenle anlaşması halinde mümkündür. Yani işveren,
işçi karşısında son derece yetkili ve üstün bir
mevkidedir. Hükümetlerin bile müdahale edemeyeceği bir mevkide
olan kapitalist müteşebbis, bu üstün mevkisi dolayısıyla
işçiler için haksız bir çalışma ortamını
hazırlamakla büyük toplumsal hadiselerin ortaya çıkmasına
yol açmıştır.
Batı'da özellikle eski ve orta çağların
işçi-patron münasebetleri hemen hemen işçi ve patronun karşılıklı
güven ve sadakat esasları dahilinde devam etmiştir. Çalışanlara
karşı zulüm ve haksızlıklar, kişilere
bağlı bir şekilde sürüp gitmiştir. Fakat Kapitalizm
çağı münasebetleri bambaşka bir şekle girmiştir.
Bir kere, iktisadı ve sosyal hayatta olduğu gibi, burada da
ferdiyetçi prensip hakimdir Bir isçi kapitalist işletmeye
iştirak edince, yalnız iş ve vazifesi bakımından
değerlenmiştir. Ona işletmedeki vazifesi
dışımda bir kıymet atfedilmemiştir. işçi,
vazifesini bitirdikten sonra, patronun ilgisi dışına çıkmaktadır.
Kapitalist işletmedeki işçi-patron münasebetlerini izah eden
en açık görüşü meşhur Amerikan sanayicisi Ford ortaya
koymuştur. Ona göre bir işletmede el ele vererek çalışmak
için birbirini sevmeğe, şahsî temasa lüzum yoktur.
İşçiler vazifelerini bitirince evlerine giderler. Ferdî
şahsî hayatlarını istedikleri gibi kurar ve geçirirler.
Nihayet bir fabrika bir salon değildir. Modern sanayide sadakat ve güvene
dayalı bir işbirliğine yer yoktur. Zaten modern sanayinin
meslek hayatında, insan unsurundan fazla birşey
beklenememektedir (Tahir Çağatay, Kapitalist İçtimai Nizam ve
Bugünkü Durumu, İstanbul 1975, s.122)
Sanayileşme ile birlikte, sanayi isletmelerinin yönetimi
de günümüze kadar aktüalitesini muhafaza eden en önemli konulardan
biri olarak belirmiştir. Aslında XIX. yüzyıl işletme
ve teşebbüslerinde yönetimin tek başına kapital
sahiplerinin elinde toplandığı görülmektedir. Bu teşebbüslerde
istihdam edilen işçiler ise ölü sermaye gibi üretim araçlarının
sahibi olan kapital sahiplerinin irade ve emirlerine terkedilmiş
bulunmaktadırlar. Sanayi Kapitalizminin bu ilk safhalarında,
kapital sahibi yöneticilerin, iradelerini hudutsuz ve kayıtsız
olarak sürdürebildikleri bir gerçektir. Ancak bu durumun bütün ileri
sanayi cemiyetlerinde, az ya da çok, aşıldığı,
kanunî düzenlemelere tabi olarak çalışan işletme ve
teşebbüs devrinin başladığı görülmektedir.
Bu durumda yönetim, ücretli profesyonel yöneticilere
devredilmiş ve sahiplik ya da sermayedarlık ile yöneticilik
birbirinden ayrılmıştır. Sanayi devriminin beraberinde
getirdiği yeni teknoloji, sermaye ihtiyacının
artmasına ve sermaye maliyetlerinin yükselmesine yol açmıştır.
Büyük sermayeleri kendi kaynaklarından sağlayamayan müteşebbisler
sermaye şirketleri ve birleşme yoluyla sermayelerini
arttırmışlardır. Ancak bu yol, işletme
sahipliği ile yönetimin aynı ellerde toplanmasına sebep
teşkil etmiştir. Ayrıca büyüklüğün de tesiriyle,
örgütlerin yönetici ihtiyacı artmış, bütün bu gelişmeler
sonucu olarak yöneticiler sınıfı oluşmaya
başlamıştır.
Kapitalizmin bu yeni üretim tekniği ve sürüm
anlayışı, eski sanayi şekli ve sistemlerinden hemen
tamamiyle ayrı bir yol tutmuştur. Bu düzende ekonomik hayat
kapitalist teçhizata ve zihniyete sahip teşebbüs erbabı
tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bunlar üretim vasıtaları,
kapital techizatı ve işgüçleri üzerinde tasarruf hakimiyete
sahiptirler. Bu nizamda küçük sanat erbabının ve feodal zümrenin
ekonomik hayatın sevk ve idaresindeki rolleri son derece
gerilemiş veya hiç kalmamıştır. Teşebbüs bizzat
hissedarlar tarafından değil, fakat onların tayin
ettiği ve teşebbüste hisse sahibi olmayan uzman kişiler
tarafından yönetilmeğe başlanmıştır. Bu süretle
işletme ve teşebbüslerde yönetimin tek başına
kapital sahiplerinin elinde toplanması sistemi artık
terkedilmiş bulunmaktadır (Orhan Tuna, Nevzat Yalçıntaş
Sosyal Siyaset, İstanbul 1981, s. 101-102).
Kapitalist döneme has yönetim felsefesi, çalışanlar
üzerinde ters bir tepki meydana getirmiş ve onları kendi
haklarını koruma yolunda bir birleşme ve teşkilatlanma
noktasına götürmüştür işveren zümresinin kendi
menfaatini sürekli düşünür olması, işçilerin de
menfaatleri doğrultusunda bir mücadele içerisine girmesini
sonuçlandırmıştır. Avrupa ülkeleri ve Amerika'da bu
münasebetle büyük huzursuzluklar ve çatışmalar çıkmıştır.
İşçi ve işveren tarafları, birbirlerini düşmanca
görerek çatışma içerisine girmeleri uzun yıllar devam
etmiştir.
İşçi birlikleri, toplumun endüstrileşme
durumuna eşit bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Tarihte çoğu bugün de görülebilen değişik türde
sendika gruplaşmaları yer almıştır. Bu arada
sendikacılığı geniş ve temel bir politik
vasıta gibi kullanma çabası, gelişmekte olan ülkelerin
siyasi işlerinde hala önemli bir rol oynayabilmektedir.
Sendika ve şirket arasındaki güç durumu,
çatışmanın yoğunluğunu belirlemektedir. Güç,
dengeli olunca çatışma fazlalaşmakta; güç ayrılığı
çok olunca, bu çatışma en aza inmektedir. Grevler, iş
yavaşlatmaları ve iş durdurmaları,
anlaşmazlıkları gidermenin militanca yollarıdır.
Bununla birlikte, çoğu zaman endüstriyel anlaşmazlığa
konu olan taraflar bu anlaşmazlığın daha az
yıkıcı bir şekilde sonuçlanmasını arzu
etmektedirler.
Batı hukuku çalışma hayatında
ortaya "güçler" çıkarıp bu güçlerin çarpışma
usul ve vasıtalarını tanzim ile meşgul olmasına
karşılık, İslam dinî "taraflar arasında
muvazene" tesisi ile menfaatlerini birleştirmeye gayret
etmiştir. Önemli olan, cemiyetin hayatında işsizliğe
mani olma ve istihsalin devamını sağlamaktır. Bu
hedefe doğru hareket edilerek, taraflar arasında mutlaka bir
çözüm bulunacak, bir tarafın diğerini ezmesine müsaade
edilmeyecektir.
İslamiyet emeğe olduğu kadar sermayeye
de değer vermiş; ikisinin bir arada tekamül ve yardımlaşma
halinde bulunmasını temin için gayret sarfetmiştir.
Toplumun menfaati, Allah'ın hakları içinde yer alır (bk.
Servet Armağan, İslam Hukuku'nda İşçi
İşveren Arasındaki Münasebetler, Sosyal Siyaset
Konferansları, İstanbul 1982).
İşçinin hakları, İslam hukukunda,
üzerinde çok duruları bir konudur. İşçinin yaptığı
iş karşılığında esasları mukavele ile
belirtilen bir ücrete hakkı olduğu İslam hukukçuları
tarafından toplumlarda, işçi-işveren ilişkisini
vurgulayan bir teferruatla anlatılmıştır. Hz.
Peygamber (s.a.s) Buharî'den alınan bir hadisi serif'te şöyle
buyurmaktadır: "Ben kıyamette üç kişinin
hasmıyım: Bana söz verip sonra sözünden dönen kimse; hür
bir şahsı satıp, parasını yiyen ve bir işçiyi
kiralayan, onu çalıştıran ve fakat ona ücretini ödemeyen
kimse" (Buharî, Büyû', 106, İcare, 12, 15; İbn Mace,
Ruhûn, 4).
Sermaye-emek çatışması Kapitalist
ülkelerde sürüp gitmektedir. Son yirmi yıl içerisinde işveren
ve işçi örgütleri ile birlikte grev ve lokavtlar da sayıca
artmış ve yaygınlaşmıştır.
Grev, emeğe daha iyi şartlar sağlamak
amacıyla işi durdurma hakkıdır. Böyle olunca, grev
yalnız üretici ve tüketiciyi değil, işçileri de
etkilemektedir. Piyasada mal arzının düşmesinden ötürü
fiyatlar artmakta; bu, tüketiciyi etkilemektedir. Üretime ara
verilmesine yol açtığı için üreticiyi de etkilemektedir.
Öte yandan grevden ötürü işi durdurmakla isçinin kendisi kayba uğramaktadır.
(Ayrıca bk. Ecir, işçi maddeleri).
Grevin zıttı olan lokavt; işyerinin
işçilerin alacakları kararlara baskı yapmak için, işveren
tarafından kapatılması demektir. Lokavtla üretim durmakta
ve işsizlik sorunu baş göstermektedir. Böylece grev ve lokavt
sonucu, üretici ve tüketicinin çıkarları zedelenmekte ve bu
durum, kestirilmesi güç bir çok sosyo-ekonomik tepkilerin ortaya çıkmasına
yolaçmaktadır. Emekle sermaye arasında uzun boylu bir
uzlaşma sağlamak için birçok girişimler
yapılmış, ne var ki, Kapitalist sistem bu konuda
sağlam bir sonuca varmakta başarısızlığa
uğramıştır.
İslam toplumda sermayenin de, emeğin de
varlığını tanımaktadır. Bu konuda Kur'an ve
Sünnet'te saptanan temel ilke şudur: Emekçi, işini
bağlılıkla ve tüm kabiliyetlerini harcayarak yapacaktır.
işveren ise işçiye hizmetinin karşılığını
tam olarak ödeyecektir. Gerçekte İslam, meseleye manevî bir yön
vererek, sermaye ile emek arasında kopmaz bir barış
kurmaktadır. Bu husus, bugünkü emek-sermaye çatışmasının
sebeplerini ve İslamî emirleri analiz edince daha da aydınlanacaktır.
Ekonomik ve psikolojik etkenler, bu tür endüstriyel rahatsızlıklar
ve tedirginlik doğurmaktadır (bk. M. A. Mannan, Emek Sermaye
ilişkisi, İstanbul 1972, s. 199).
Sami ŞENER
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.