Yusuf Suresi
Yusuf suresi
Kur'an-ı Kerim'in on ikinci sûresi. Yüz on bir
ayet, bin yedi yüz altı kelime, yedi bin yüzaltmış
altı harftir. Fasılası nun, mim, ra, lam ve elif
harfleridir.
Sûre, Mekke döneminin sonlarında, Kureyş'in
Hz. Peygamber'i öldürme, sürgün etme veya hapsetmeyi planladığı
bir dönemde nazil oldu. Müşrikler, yahudi bilginlerinden öğrendikleri
üzere, Hz. Muhammed'e, "Madem ki Allah sana herşeyi öğretiyor,
o halde bize haber ver; İsrailoğulları niçin Mısır'a
gidip yerleştiler?" diye, bir soru sordular. Onların düşüncesine
göre Muhammed (s.a.'s) bu soru karşısında
sıkışıp kalacak, doğru dürüst cevap
veremeyecekti. İşte Yûsuf sûresi bu olay üzerine nazil oldu
ve Hz. Peygamber hemen orada onların sorusunu da aydınlatan
Yusuf sûresini okudu; onların tüm planlarını alt üst
etti. Adını, başından sonuna kadar Hz. Yûsuf'un kıssasını
konu aldığı için onun adından almıştır.
Sûre, indiriliş sebebinden de
anlaşıldığı gibi, okuma yazması olmayan,
tarih okumamış, peygamberlerin kıssalarının
anlatıldığı kutsal kitaplardan herhangi birini görmemiş,
bu konuda bir bilgisi olmayan Hz. Muhammed'in dilinden bir çırpıda
2000 yıl öncesinin bir olayını ayrıntısıyla
haber vermekle O'nun peygamber olduğunu ortaya koyuyor, bu konudaki
şüpheleri ortadan kaldırıyordu. Aynı zamanda
kıssa, Hz. Peygamber'e de, verdiği mücadelede kendisine çok
benzeyen Hz. Yûsuf'un mücadelesini örnek vermekle, bu zorlukların
sadece kendi başına gelmediğini; yakınları
tarafından dışlanmanın, sürgün edilmenin, zindana atılmanın
peygamberliğin doğal sonuçları olduğunu
anlatıyor; ancak düşmanlıkların peygamberlere zarar
veremeyeceği, sonuçta üstün geleceklerin onlar olduğunu müjdeliyor;
Hz. Peygamber'in gelecek için beslediği endişeleri ortadan
kaldırıyor. Müşriklere ise şu mesajı veriyor:
Eğer siz de Yûsuf'un kardeşleri gibi onu kıskanıp düşman
olur, aleyhinde düzdüğünüz planlarınızı yürürlüğe
koyarsanız, ona hiçbir zarar veremezsiniz; Yûsuf un kardeşleri
gibi bir gün ona muhtaç olur, ona boyun bükersiniz; onun için bu kıssadan
ibret alın ve düşmanlıklardan vazgeçin.
Allah'ın, "kıssaların en güzeli"
olarak tanıttığı Hz. Ysuf kıssası sûrenin
tamamını içine alıyor. Ayrıntısıyla açıklamaya
geçmeden önce coğrafi ve tarihsel olarak olayın nerede ve ne
zaman geçtiğini tespit etmek gerekir. Hz. Yûsuf Hz. İbrahim'in
torunudur, babası ise Hz. Yakup'tur. Yûsuf'un ileride vezir olacağı
Mısır Krallığını yönetenler tarihte
Hiksoslar olarak bilinir. Aslen Arap ırkından olan ve XXX M.Ö.
2000 yıllarında Suriye Filistin'den göç eden bu Hiksoslara
İslam tarihçileri Amalikliler adını vermektedir. Hz. Yûsuf
Mısır'a götürülüp genç yaşında Devlet
Başkanı olmasıyla birlikte Suriye-Filistin yöresinde yaşayan
kendi kabilesi İsrailoğullarını da Mısır'a
getirtmiş ve orada üstün bir konuma kavuşturmuştu. Daha
sonra ise İsrailoğulları yönetimi tamamen ele geçirmiş,
ancak yerlilerin ayaklanması sonucunda iktidarı kaybedip
Firavun'lar döneminde ezilen bir konuma düşmüşlerdi. Hz. Mûsa
işte bu dönemde onların başına geçti. Hz. Yûsuf
otuz yaşından yüz on yaşına kadar iktidarda
kaldı. Kitab-ı Mukaddes'e göre vefatından önce akrabalarına
şu vasiyyette bulunmuştu: "Bu ülkeden atalarınızın
ülkesine döndüğünüzde kemiklerimi alıp beraberinizde götüreceksiniz."
Öldüğünde vasiyyeti uyarınca mumyalandı ve dediği
yapıldı...
Bu ön açıklamadan sonra sûrenin açıklamasına
geçebiliriz:
Kur'an'ın Arapça olarak apaçık bir
şekilde indirildiği (1, 2) belirtildikten sonra; Hz. Muhammed'in
haberdar olmadığı bir kıssanın
anlatımına geçiliyor. Yûsuf Hz. Yakub'un on iki oğlundan
on birincisi idi ve kendisinden küçük olan Bünyamin adındaki
kardeşiyle birlikte babasının dördüncü hanımından
olma idi. Büyük kardeşleriyle aynı babadan, farklı
analardan doğmuştu. Küçük olmaları, ruhen ve bedenen
diğer ağabeylerinden güzel olmaları sebebiyle babası
bu iki küçük oğlunu diğerlerinden daha fazla seviyor, bu yüzden
de diğer kardeşleri onu kıskanıyor ve bu sevgiyi
çekemiyorlardı. Zamanla bu kıskançlık onları
babalarına ve kardeşlerine karşı düşman hale
getirdi. İşte bu haldeyken,Yûsuf bir rüya gördü: "Babacığım,
gerçekten ben (rüyamda) onbir yıldız, güneşi ve ayı
gördüm, onlar bana secde ediyorlardı" (4). Peygamber olan,
ilim sahibi babası rüyayı yorumladı: "Oğlum, rüyanı
kardeşlerine anlatma; yoksa onlar sana bir tuzak düzenleyecekler.
Çünkü şeytan insan için apaçık bir düşmandır"
(5). Ve Yakup onun seçkin kılınacağını, ona
bilgi verileceğini ve kendisi büyük nimete (iktidar ve peygamberlik)
kavuştuğu gibi onun sayesinde kendilerinin de bu nimetten
istifade edeceklerini anlattı.
Kardeşleri kıskançlıklarından
dolayı Yûsuf'u ortadan kaldırmaya karar verdiler ve sonuçta
onu öldürmeyip insanların gelip geçtiği bir kuyunun (boş
bir kuyu) dibine atmayı planladılar. Ancak babaları onlara
güvenmediği için önce onlarla birlikte göndermek istemedi ve
korkusunu dile getirdi: "..siz ondan habersizken onu kurdun
yemesinden korkarım" (13). Hz. Yakub'un bu endişesi onlara
bir mazeret, yalan oldu ve kuyuya attıktan sonra ağlayarak geri
döndüler. Yırtıp parçaladıkları Yûsuf'un gömleğine
de kan bulaştırarak babalarının yanına
varıp, kendileri yarış yaparken eşyalarının
başına bıraktıkları Yûsuf'u kurdun yediği
yalanını söylediler; kurtarabildikleri ise onun kanlı gömleğiydi.
Yakub onların yalanına inanmadı ama yapacak birşey
yoktu;
"Bundan sonra bana düşen güzel bir sabırdır.
Sizin bu uydurduklarınıza karşı yardım istenecek
olan Allah'tır" (18).
Bir kafile kuyuya saldıkları kova ile su
yerine bir çocuk çıkardıklarında sevindiler ve gittikleri
Mısır'da onu köle olarak sattılar. Yûsuf'u satın
alan Mısır kralı idi. Yûsuf sarayda iki üç yıl içinde
büyüdü, ergenlik çağına vardı. Çok güzel olmasından
dolayı Kralın hanımı ona göz dikti ve bir gün kapıları
üzerine kapatarak onu kendisiyle olmaya çağırdı. Yûsuf;
"...Allah'a sığınırım, benim Rabbim bana güzel
bir yer vermiştir. Gerçek şu ki zalimler kurtuluşa
ermezler" (23) diye ona karşı çıktı ve
kapıya doğru kaçtı, kadın da ardından koşup
çekti ve gömleğini parçaladı. Tam o anda kapıda görünen
Kral durumu gördü. Kadın hemen bir komployla kendini kurtarmak
istedi: Ailene kötülük isteyenin zindana atılmaktan ya da
acıklı bir azabtan başka cezası ne olabilir?"
(25). Yûsuf, saldıranın kendisi değil kadın
olduğunu söylediyse de ilk anda kimseyi inandıramadı ve
mahkemeye çıkarıldı. Bilirkişi, yırtılan gömlekten
yola çıkarak, gömlek arkadan yırtıldığı için
Yûsuf'un masum olduğuna karar verdi. Kral saraydaki bu
skandalın duyurulmamasını isteyerek, "Yusuf, sen
bundan yüz çevir (bunu anlatma, affet, bir daha da onun bulunduğu
yere uğrama); (kadına da), sen de günahın
dolayısıyla bağışlanma dile. Çünkü sen
günahkarlardan oldun" (29) dedi. Ancak skandal şehirde
yayıldı ve sosyete kadınları kralın
karısıyla alay etmeye, dedikoduya başladılar:
"Uşağıyla olmak istemiş de
reddedilmiş." Kraliçe, durumun o kadar basit olmadığını
kendilerine göstermek için sarayda bir davet verdi ve ileri gelen tüm
sosyeteyi çağırdı. Tam meyveleri bıçaklarıyla
soyarken Yûsuf'u onların arasına gönderdi. Yûsuf'un güzelliğinden
akılları başlarından giden kadınlar heyecandan
ellerini kestiler ve onun basit bir insan parçası
olmadığını söyleyerek, kralın karısına
hak verdiler; kendileri de olsa aynı şeyi yaparlardı.
Artık yalnız kralın karısı
değil tüm sosyete kadınları Yûsuf un peşine düşmüştü.
Sürekli rahatsız ediliyor rahat bırakılmıyordu. Sonuçta
o da bir insandı, onun da nefsi boş durmuyor
kışkırtıcılık yapıyordu. Şeytan
ise mesaisini Yûsuf'a ayırıyordu. Zaten daha önce kralın
karısı ona "gelsene" dediğinde, Rabbinin
(zinayı yasaklayan) burhanını (emrini) görmeseydi o da onu
arzulamıştı. Ama o seçilmiş (peygamber olacak) bir
kulumuz olduğu için ondan kötülüğü ve fuhşu geri
çevirmek için ona böyle bir fiili işlememesi için uyarıda
bulunmuştuk" (24). Yûsuf bu kadınların tahrikleri
arasında sarayda yaşamaktansa zindana atılmayı tercih
etti ve Allah'a dua etti: "Rabbim, zindan bunların beni
kendisine çağırdıkları şeyden daha sevimlidir
bana. Onların kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan,
onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden
olurum" (33). Bu arada karılarının sürekli olarak
Yûsuf'u kovaladığını haber alan bürokratlar krala
baskı yaparak bu delikanlının bir süre gözlerden uzaklaştırılmasını
istediler; Yûsuf'un duası kabul olundu ve kral onu zindana
kapattı.
Onunla birlikte iki genç daha vardı zindanda.
Onların gördüğü rüyaları yorumlayan Yûsuf birinin
öldürüleceğini, diğerinin de tekrar eski işinin
başına döneceğini ve krala şarap vermeye devam
edeceğini bildirdi. Ardından da, buradan çıktığı
zaman krala kendi durumunu da hatırlatmasını istedi. Yûsuf
zindanda boş durmayıp hak dini diğer
arkadaşlarına da anlattı, tebliğ görevini aksatmadan
sürdürdü: "Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı
(bir çok) rablar mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar
(kahredici) olan bir Allah mı? Sizin Allah'tan başka
taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiçbir
delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak
taktığı rabler'den başkası değildir. Hüküm
Allah'tan başkasının değildir. O, kendisinden
başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din
işte budur, ancak insanların çoğu bilemezler" (39,
40). Kurtulan genç Yûsuf'un istediğini unuttu ve yıllarca
krala ondan sözetmedi.
Bir gün kral bir rüya gördü: "Ben (rüyamda)
yedi besili inek gördüm; onları yedi zayıf inek yiyor; bir de
yeşil başak ve diğerleri ise kupkuru. Ey önde gelen
(bilginler), eğer rüya yorumluyorsanız benim de bu rüyamı
çözüverin" (43). Ancak böyle karışık bir rüyanın
içinden çıkamadılar. O zaman kurtulan zindan
arkadaşı Yûsuf'u hatırladı. Kralın izniyle
zindana gitti ve rüyayı Yûsuf'a yorumlattı: "Siz yedi
yıl, önceleri (ektiğiniz) gibi ekin ekin; yediğinizin az
bir kısmı dışında (kalanını) biçtiklerinizi
başağında bırakın. Sonra bunun ardından
(kuraklığı) zorlu yedi yıl gelecektir;
sakladığınız az bir miktarı
dışında daha önce biriktirdiklerinizi yiyip bitirecektir.
Sonra bunun da arkasından bir yıl gelecektir ki, insanlar onda
bol bol yağmura kavuşacaklar ve onda sıkıp
sağacaklar" (47-49). Rüyanın yorumunu dinleyen kral bu
delikanlının zindandan çıkarılmasını ve
huzuruna getirilmesini istedi. Yûsuf ise onun kadınlar konusundaki
şüpheleri tamamen ortadan kalkmadan bu çıkarılışın
bir değeri olmadığını düşünüyordu. Krala
haber göndererek, kadınların itiraf etmelerini
sağladı ve artık kralın, kendisi hakkında
taşıdığı şüpheleri bertaraf etti. Kralın
yanına çıktığında ona saygı gösteren kral
onu yönetime ortak etti. Ancak Yûsuf, gelecek olan kıtlık
yıllarını da gözönünde bulundurarak kendisine hazine
yöneticiliği verilmesini istedi. Artık Yusuf Mısır'da
kraldan sonra ikinci adamdı.
Yedi yıl boyunca ambar depolarını
doldurdu, stokladı. Mısır dışında ise
gelecek olan kıtlıktan haberleri olmadığı için
hiçbir devlet, hiçbir insan önlem almadı. Yedinci yılın
sonunda gelen kuraklık Mısır dışında
hayatı felç etti. Mısır kendisinin olduğu gibi
komşularının da buğday ihtiyacını
karşıladı o dönemde. Yûsuf gelen kervanlara ailelerin
nüfus sayısına göre karneyle erzak veriyordu. Yûsuf'un babasının
ülkesini de kuraklık etkiledi ve kardeşleri Mısır'a
geldiler. Yûsuf onları tanıdı, fakat onlar onu
tanımadılar. Kuyuya attıkları bir çocuğun
Mısır'a kral olacağını nereden bilebilirlerdi. Yûsuf
onlara doldurttuğu beyannameden Bünyamin adında küçük bir
kardeşleri olduğunu da öğrendi (zaten biliyordu bunu),
ancak bir daha ki sefere mutlaka onu da getirmelerini, aksi taktirde
yanlış beyanda bulundukları için kendilerine erzak
verilmeyeceğini bildirdi. O, kardeşinin durumunu merak ediyor ve
bizzat kendisini görerek onun dilinden ailesi hakkında gerçek bilgi
edinebileceğini düşünüyordu. Diğer ağabeylerine bu
konuda güvenmiyordu.
Kardeşleri babalarına erzak yükleriyle
döndüklerinde küçük kardeşleri Bünyamin'in de kendileriyle
birlikte gelmesinin istendiğini aksi taktirde bir daha erzak
alamayacaklarını söylediler. Yüklerini açtıklarında
ise paralarının geri verildiğini, yüklerinin arasına
konulduğunu görerek bedava erzak aldıkları için
sevindiler. Halbuki Yûsuf bunu bilerek yapmış belki de
onları denemek istemişti, parayı geri getirecekler mi diye.
Onlar babalarını ikna ettiler ama o yine de onlara güvenmiyordu:
"Daha önce kardeşi hakkında size güvendiğimden
başka (bir şekilde) onun hakkında size güvenir miyim...
Bana etrafınızın çepeçevre kuşatılması
dışında, onu ne olursa olsun getireceğinize dair
Allah'tan kesin bir söz verinceye kadar onu sizinle asla göndermem"
(64, 66). Bu şartla gönderdi. Hz. Yakup onlarla. Başlarına
bir tehlike gelme ihtimalini de gözönünde bulundurarak gruplar halinde
Mısır'a girmelerini tavsiye etti; böylelikle bir grubun başına
bir hal gelirse en azından diğerleri kurtulur, kendisine geri dönebilirdi.
Yûsuf Bünyamin'i de beraberlerinde getiren kardeşlerini
karşıladı ve onlardan gizli bir köşede Bünyamin'e
kardeş olduklarını söyledi. Karar aldılar, Bünyamin
yanında kalacaktı. Ancak hem kardeşleri hem kral açısından
mantıklı bir mazeret bulmalıydılar.
Aldıkları karar gereğince Bünyamin'in torbasına
kralın su tasını yerleştirdiler. Tam
ayrılacakları sırada tasın kaybolduğu
anlaşıldı. Bütün şüpheler onlar üzerinde yoğunlaştı,
çünkü o anda onlardan başka kimse yoktu orada. Onlar
hırsız olmadıklarını bildirerek, eğer bu
tas, kendilerinden çıkarsa, kimden çıkmışsa ceza
olarak onun köleleştirilmesine razı oldular. Hz. Yûsuf bütün
kardeşlerinin torbalarını aradıktan sonra Bünyamin'in
torbasından tası çıkardı. Onun yerine kendilerinden
birini alıkoymasını rica ettiler ama kabul edilmedi. Üvey
kardeşlerine karşı ne kadar kin güttüklerini şu sözleriyle
açığa vurdular: "Zaten, bundan önce onun kardeşi de
çalmıştı (bunların analarının soyunda var
bu huyları)" (77). Kardeşleri, babalarının,
kardeşleri hakkındaki hassasiyetini de bildirerek onun yerine
kendilerinden birinin alıkonulmasını istediler, fakat kabul
edilmedi. En büyükleri Bünyamin'siz babasına dönmekten haya edeceğini,
bir çözüm bulana kadar burayı terketmeyeceğini söyleyerek,
diğerlerini durumu bildirmek ve yükleri götürmek üzere
memleketlerine gönderdi.
Babalarına, kardeşlerinin
hırsızlık yaptığını bildirerek, yalan
konuşmadıklarını, istediğine sorabileceğini
bildirdiler. Babaları ise onlara inanmadı: Yûsuf'un da yaşadığını
biliyordu Yakup, "...Umulur ki Allah (pek yakın bir gelecekte)
onların tümünü bana getirir..." (83) ve Yûsuf'un hasretiyle
üzüntüsünden gözleri görmez oldu. Babalarının bu kadar
yıl sonra (en az on sekiz yıl geçmişti kuyuya
attıklarından bu yana) hala Yûsuf'u anmasından
rahatsız oldular ve "Allah adına hayret (bir şey); hala
Yûsuf'u anıp duruyorsun. Sonunda (ya kahrından)
hastalanacaksın ya da helake uğrayacaksın. (Yakup) dedi ki:
Ben, dayanılmaz kahrımı ve üzüntümü yalnızca
Allah'a şikayet ediyorum. Ben Allah'tan (bir bilgi olarak) sizin
bilmediğinizi de biliyorum. Oğullarım, gidin de Yûsuf ile
kardeşinden bir haber getirin ve Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası
Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" (85-87). Ayetten anlaşılan,
Hz. Yakup, Yûsuf ve Bünyamin'in aynı yerde olduğunu biliyordu
ki "gidin Yûsuf ile kardeşinden bir haber getirin"
demişti. Üstelik onların bilmediklerini bildiğini de söylemişti.
Kardeşleri tekrar Mısır'a gidip erzak
talebinde bulunduklarında Yûsuf kendisini onlara tanıttı
ve "...doğrusu Allah bize lütufta bulundu. Gerçek şu ki,
kim sakınır ve sabrederse Allah, iyilikte bulunanların
karşılığını boşa çıkarmaz"
(90). Onlar hatalarını anladılar ve suçluluk kompleksiyle
önlerine bakmaya başladılar. Yûsuf, "Bugün size karşı
sorgulama -kınama- yoktur. Sizi Allah bağışlasın.
O merhametlilerin (en) merhametlisidir. Bu gömleğimle gidin de, onu
babamın yüzüne sürün. Gözü görür olarak gelir. Bütün
ailenizi de bana getirin" (92, 93). Daha onlar Mısır'dan
ayrılır ayrılmaz babaları yanında bulunanlara, söyleyeceklerinden
sonra kendisinin bunadığına hükmedeceklerini, ama bunu
yapmamaları gerektiğini hatırlatarak; "inanın Yûsuf'un
kokusunu (burnumda tüter) buluyorum" (94) deyince, yakınları
onun eski yanlış düşüncelerini koruduğu suçlamasıyla
susturdular, inanmadılar. Yaşlanmış, gözleri kör
olmuş olan Yakub, ailenin diğer üyeleri tarafından bunak
olarak görülüyor ve değer verilmiyordu bu ayetlerden anlaşıldığı
kadarıyla. Çok geçmeden Yûsuf un gömleğiyle geldiler ve
Yakup'un yüzüne sürdüklerinde gözleri sağlığına
kavuştu. O, bunak olmadığını, onların
bilmediklerini bildiğini şu cümlesiyle dile getirdi: "Ben,
sizin bilmediğinizi Allah'tan (gelen bir bilgiyle) gerçekten
biliyorum demedim mi?" (96).
Oğulları babalarından af dilediler.
Sonra tüm aile hep birlikte Mısır'a gitti. Yûsuf onları
devlet töreniyle karşıladı. Anne ve babasını
bağrına bastı; "Mısır'a Allah'ın
dilemesiyle güvenlik içinde giriniz" (99). Onları saraya götüren
Yûsuf'a, secde ettiler. Yûsuf şöyle dedi: "Ey babam, bu daha
önceki rüyanın yorumudur..." (100). Buradaki "secde
ettiler (süccedan)" kelimesi müfessirler arasında
değişik şekillerde yorumlanmış, yanlış
anlaşılmalara neden olmuştur. Onlar namazdaki gibi yere
kapanarak secde etmemişler, dönemin selamlama geleneği
uyarınca hafifçe öne eğilerek başlarıyla
selamlamışlardır (ayrıntı için bk.
Tefhimu'l-Kur'an, Mevdudî, 2, 462). Yûsuf hiçbir gurura, kibire kapılmadan
kendisine verilen bu nimetlerin Allah tarafından bir
bağış olduğunun bilincindeydi. "Rabbim, sen bana
mülkten (bir pay ve onu yönetme imkanını) verdin; sözlerin
yorumundan da (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı,
dünyada da, ahirette de benim velim sensin. Müslüman olarak benim hayatıma
son ver ve beni salih olanların arasına kat" (101).
Hz. Yûsuf'un kıssasına bu şekilde son
veren ayetler konuyu tekrar Hz. Muhammed'in peygamberliğine
getirerek, "Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerlerdendir. Yoksa
sen, onlar o hileli düzenleri kurarken, yapacakları işe (Yûsuf'u
kuyuya atmaya) topluca karar verdikleri zaman yanlarında
değildin" (102) hatırlatmasıyla aslında müşriklere
cevap veriyor. Bundan sonra ayetler sûrenin sonuna kadar müşrikleri
uyarıcı ifadelere yer verir. Onlara hiç haberleri yokken Allah'ın
azabının gelmeyeceğinden emin mi oldukları sorularak
(107), kendilerinden öncekilerin başlarına nelerin
geldiğini yeryüzünü gezip dolaşarak anlamaları ve
onlardan ibret alarak peygambere düşmanlık yapmaktan vazgeçmeleri
isteniyor (109). Sondan bir önceki ayet (108), Hz. Peygamber'e güven
vererek Allah'ın yardımından ümit kesmemesi isteniyor;
aynen kendisi gibi zor durumda kalan peygamberlere yapayalnız
kaldığını sandığı bir sırada
nasıl yardım gönderildiği hatırlatılarak
yardımın kendisinden esirgenmeyeceği müjdesi veriliyor.
Son ayet kesin hükmü veriyor:
"Andolsun, onların kıssalarında
temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an) düzüp
uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı,
herşeyin çeşitli biçimlerde açıklaması ve iman
edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir" (111).
Sûreden çıkarılacak önemli sonuçlar vardır:
a) Gerek Yûsuf'un, gerek zindandaki arkadaşlarının
ve gerekse de kralın; gördükleri rüyaların yorumunu sorma
gereği duymalarından o dönemde rüya tabiri konusundaki ilmin
ileri seviyede olduğunu görüyoruz. Her peygamber toplumunun ileri
seviyede olduğu alanlarda onlardan daha üstün bilgilerle donatılıp
peygamberlikleri desteklenmesi gözönünde bulundurulursa Hz. Yûsuf'un
rüya tabiri ilminde ileri olması daha kolay
anlaşılır.
b) İnsan günaha meyillidir, Allah'ın
koruması olmazsa kendi gücüyle ondan sakınması çok
zordur. Nitekim kralın karısı onu odaya
kapattığı ve "gelsene" dediği zaman Rabbinin
(zinayı yasaklayan) burhanını görmeseydi o da onu arzulamıştı.
Böylelikle biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek için
(ona delil gönderdik). Çünkü o seçilmiş kullarımızdan
biriydi" (24).
c) Allah peygamberleri günahtan korur, onlara fırsat
vermez.
d) Yûsuf'un kadınlardan kurtulmak için zindanı
tercih etmesi müslüman için en güzel bir örnektir. Günaha
girmektense acıya, işkenceye katlanmak gerekir.
e) Müslüman en zor şartlarda dahi tebliğ görevini
yürütmeli, psikolojik ve ekonomik sorunlarını bahane ederek bu
konudaki görevini ihmal etmemeli; Hz. Yûsuf'un zindandaki durumunu
örnek almalıdır.
f) Peygamber de olsa, insanın nefsi masum
değildir, sürekli kötülüğü emreder. Ancak onların kötülük
yapmamaları kendi nefislerinin temiz olmasından değil,
Allah'ın onları koruması nedeniyledir. Nitekim Yûsuf,
"Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis
Rabbimin esirgediği dışında var gücüyle kötülüğü
emreder..." (53) demekle bu gerçeği dile getirmiştir.
g) Üzerinde en çok tartışılan
diğer bir konu da, Hz. Yûsuf'un gayri islamî bir devlette görev
almasının nasıl mümkün olduğu, bunun caiz olup
olmadığıdır. Bir kez Hz. Yûsuf peygamberdi;
peygamberler ise sadece tebliğci değildir, onların
asıl görevi yeryüzünde iktidarı ele alıp adaletle yönetmektir.
Hz. Yûsuf'un da görevi buydu.
Ancak Yûsuf, kafir bir devletin kanunlarını
yürütmekle görevli bir bakan veya memur muydu yoksa o bütün gücü
elinde bulunduran istediği zaman kendi inancının
gerektirdiği kanunları yürürlüğe koyabilecek bir hükümdar
mıydı? Tahta oturması (100), kendisine melik denmesi (72),
kendisine melikliği bahşettiği için Allah'a şükretmesi
(101), ülkede istediğini yapma hakkının olması (56),
onun düşük seviyede bir danışman ya da bakan değil,
tüm yetkileri elinde toplayan bir kral olduğunu göstermektedir. Ona
bu yetkileri veren eski hükümdar ise kendisini bir bakıma emekli
edip bir kenara çekilmiş, göstermelik bir "hükümdar"
konumunda kalmıştır. Yetki ise Hz. Yûsuf'un elindedir. O
hükümdardan yetki istemekle küfür kanunlarını icra etmek
değil, yeryüzünde Allah'ın adaletini gerçekleştirmek
istiyordu; tahta geçmeyi, saltanat sürmeyi, dünyevî arzu ve
heveslerini tatmin etmeyi düşünmemişti.
Bazı müslümanlar Hz. Yûsuf'u örnek göstererek
küfür kanunlarıyla yönetilen bir ülkede bu kanunların
icrasında görev almanın helal olduğunu savunabiliyor,
kendi görüşlerine destek olarak da Hz. Yûsuf'un olayını
çarpıtıyorlar. Üstad Mevdudî'nin deyimiyle, "Doğrusu
bu ayeti böyle yorumlayan müslümanların Hz. Yûsuf'un manevî
şahsını olmayacak derekelere düşürmeleri tam bir
saçmalıktır. Bu durumlarıyla kendileri, bozulma dönemlerinde
yahudilerin geliştirdikleri zihniyetin bir benzerine
saplanmış olmaktadırlar. Ahlak ve maneviyatları
çökmeye başladığında yahudiler kendi düşük
karakterlerini haklı göstermek için ve daha da alçalmaya mazeret
katmak için nebi ve velileri düşük karakterli insanlar olarak
resmetmeye başlamışlardı. Aynı şekilde
gayrimüslim hükümetlerin yönetimi altına giren kimi müslümanlar,
bu yönetime hizmet etmek istemişler fakat İslam'ın
talimatı ve müslüman atalarının sergilediği
örnekler önlerine dikilmiş ve utanmışlardı. Bu yüzden
şuurlarını pasif hale getirmek suretiyle bu ayetin hakiki
anlamından sarfı nazar ettiler ve peygamberin gayriislamî
kanunlarla yönetilen bir ülkenin gayrimüslim yöneticisine hizmet etmek
azmiyle memuriyet peşine düştüğü şeklinde
saptırdılar. Oysa peygamberin kendi kıssası bize öyle
bir hisse vermedi ki, tek bir müslümanın bile yalnız
başına, islamî safvetiyle, imanı, aklı ve hikmetiyle
tüm bir ülkede islamî bir inkılap oluşturabileceğini;
gerçek bir mü'minin, ahlakî seciyesini gerektiği gibi,kullanarak,
bütün bir ülkeyi ordusuz, cephanesiz ve donanımsız
fethedebileceğini öğretmektedir" (Tefhîmü'l-Kur'an,
Mevdudî, 2, 443).
h) Yukarıda da izah edildiği gibi Hz. Yûsuf'un
babasının annesinin ve kardeşlerinin ona secde etmeleri
yanlış yorumlanıp Allah'tan başkalarına (büyüklere,
hükümdarlara) önlerinde kapanarak secde edilebilir sonucu çıkarılamaz.
Oradaki "sücceden" kelimesi saygıyla selamlamak'
demektir.
ı) Hz. Yakub'un oğlunun kokusunu çok
uzaklardan duyması ya da gömleği yüzüne sürünce gözlerinin
iyileşmesinde yadırganacak birşey yoktur. Bir kere Allah
isterse en olmayacak gibi görünen şeyleri kendi gücüyle oldurur.
Diğer yönden, bilimsel olarak da her iki olay mümkündür.
Fedakar KIZMAZ
Sitemizde yer alan tüm içerikler internet ortamından toplanmış ve derlenmiştir. Yer alan bilginin doğruluğu garanti edilmemektedir. Yanlış bilgi için tarafımıza sorumluluk yüklenemez. Yanlış bilginin doğuracağı etkenlerden sitemiz ve yöneticileri sorumlu tutulamaz.